12 Ekim 2016

Vizyoner Bir Akademisyenin Öyküsü


Erişim kolaylığı açısından, Hocamızın hayatındaki dört önemli safhayı yansıtacak şekilde anıları dört sayfada grupladık. Aşağıdaki listede bölüm başlıklarına tıklayarak ilgili sayfaya ulaşabilirsiniz.

1. Gençlik Hatıraları (1960-1970)

Robert Kolej, İngiltere, sonra yine Robert Kolej

Ali H. Üstay — İbo’nun Ardından...
Tahir Özgü — Evvel Giden Ahbaba Selam Olsun Erenler, 1960
Engin Gür — Bombacı, 1960
Erol Kirayoğlu — Jaguar, 1960
Burak Erman — Kaz uçar da Laz uçmaz mı, 1960
Erkan Mermercioğlu — İbrahim ve Arabalar, 1962
Erkan Mermercioğlu — İbrahim’le Seyahat, 1963
Sander Çalışal — İbrahim Kardeşim İçin, 1963
George Kaminaris — Makine '64
Gündüz Ulusoy — Havai, 1969
Melike Mermercioğlu — Dayım İbrahim Kavrakoğlu, 1969


2. Üniversite Hocası (1971-1982)

Boğaziçi Üniversitesi

Özer Ertuna — İbrahim’le Omuz Omuza, 1971
Taflan İmre Gündem — Aktif ve Güler Yüzlü Kişiliği, 1971
Ali Rıza Kaylan — Araba Tutkusu, 1972
Muhittin Oral — İbrahim ve Modelleme, 1974
Süleyman Özekici — İnce Belli Çay Bardağı, 1975
Erkut Yücaoğlu — Enerji Modeli Projesi, 1976
Belgin İlhan Vardar — Kendine Özgü Hoca, 1976
Osman Balcı — Şaheser Bir İnsan, 1977
Alper Eliçin — Bir Seminer Dersi, 1977
Gülden Türktan — Gerçek Hayat Filmi, 1978
Ersin Pamuksüzer — Tümsel Bakışın Dibi, 1978
Erhan Topaç — Proje Hocası, 1979
Hüsamettin Alper — Öğretim Üyesi Seçiminde Titizlik, 1979
Ali Rıza Kaylan — Dönüş Kararı, 1979
Melike Mermercioğlu — Bebek’teki Ev ve Nikah Şekeri, 1979
Abdurrahman Arıman — “Bırak Palavrayı”, 1979
Akif Eyler — "Türkiye Kaçmıyor", 1979 Kış Ayları
Savaş Ünsal — "Profesör Dediğin...", 1979
Ali Rıza Kaylan — Yılbaşı Hediyesi, 1980 başı
Gülseren Ünlü İzmir — Doktora Tez Hocam, 1980
Metin Ar — Enerji Tasarrufu, 1980
Akif Eyler — "Kavga Yok, Ödünleşme Var", 1980 Sonu
Ali Rıza Kaylan — Gündoğan'da Tatil, Ağustos 1981
Salih Arıman — Eğitimde İvme, 1981
Luiz Levi Özsarfati — Lider, Sevecen, Babacan ve Yenilikçi Bir Hoca, 1981
H. Murat Mercan — Tez Hocası, 1981
Ali Rıza Kaylan — Nice Mutlu Yıllara, 1982 Başı
İlhan Or — Muhteşem Bir İnsan, Harika Bir Hoca, İyi Bir Yönetici, 1982
Metin Bağcı — Risk Altında Karar Verme, 1982
Tülin Aktin — Karizmatik Hoca, 1982
Hamit Fişek — İbo Bey, 1982
Mahmut Karayel — Berkeley, 1982 Sonu


3. Yöneticilik Anıları (1983-1994)

Hocamızın iki önemli yöneticilik görevi bu dönemde:
BÜ rektör yardımcısı, Şişe-Cam genel müdür yardımcısı

Gündüz Ulusoy — Boğaziçi, 1983
Ali Rıza Kaylan — Karmaşık Problemlerin Etkin Çözümü, 1983
Mahmut Karayel — Lotus 1-2-3, 1983
Turgay Aytaç — Uzun Sıcak Bir Yaz, 1983
Murat Sönmez — Spider Araba, İyimser, Katılımcı, Çözüm Odaklı, 1983
Erol Inelmen — Üniversitenin Ders Çizelgesi, 1983
Süleyman Özekici — Mükemmel Bir Yönetici, 1983
Ali Rıza Kaylan — Akademik Balayı, 1984
Pınar Bakır — Denizcilik, 1984 Yazı
Mahmut Karayel — Doğrudan Yönetim Kuruluna, 1984
Akif Eyler — "Şüphen mi Vardı?" 1984
Hüsamettin Alper — Sistem Yaklaşımı, 1984
Tuğrul Savaş — Şişe-Cam, 1984
Ayşe Çetinkaya — Yardımsever Kişiliği, 1984
Doğan Güneş — Hayattaki Öncelikler ve Sıralama, 1984
Gökşin İhsan Durusoy — Endüstri Mühendisliği ile tanıştıran adam, 1984
Ali Rıza Kaylan — Akademik Risk, 1985
Füsun Ülengin — "So What Demeyi Öğreneceksin", 1985
Hakan Kıran — Argör, 1985 Yaz
Ercan Öztemel — En Güzel Tercih, 1985
Vedat Verter — "Ben Hangi Konuyu Çalışayım Hocam?" 1985
Melike Mermercioğlu — Hocam İbrahim Kavrakoğlu, 1986
Cenk Doğru — Optimum Enerji Modeli, 1986
Belgin İlhan Vardar — Yüzer Seminerde, 1986 Mayıs
Akif Eyler — Kasisler ve Süspansiyon, 1986
Jale Karaveli — “Hocamı dinlemeliydim”, Ekim 1986
Reha Yolalan — Bildiğini Paylaşabilmek, 1986 Sonu
Reha Yolalan — İbrahim Hocanın imzasının peşinde... 1987
Funda Sivrikaya — Ters Köşe, 1988
Özgür Cenk Toraman — Kavrakoğlu 1 - IE'90 0, 1988
Mehmet Sabuncu — İnsan Odaklı Vizyon, 1990
Nur Emiroğlu — "Burdan Gelip, Şöyle Dönen Bir Yaka", 1990
Erol Inelmen — Disiplinler-arası Bir Karakter, 1993
Osman Tunalı — Her Masada Bir PC, 1993
Ali Rıza Kaylan — Rektörden Mektup, Ekim 1994
Osman Tunalı — Yönetici Düzeyinde Toplam Kalite, 1994


4. Danışmanlık Anıları (1994-2009)

Hocamız 1994 yılında yöneticilikten ayrılıp özel çalışmaya başladı.
Kavrakoglu Management Institute kuruluşu da bu dönemde.

Hüsamettin Onanç — Show Me, 1994
Hamdi Doğan — Değişim ve Dönüşüm Lideri, 1995
Şener Muter — KalDer İzmir, 1996
Orhan Cazgır — "Ağacını Başkasına Budatma", 1997
Zehra Eliçin — Hep Hocamız Olarak Kaldı... , 1997
Deniz Saral — Ankara, 1999
Cem Çıtlak — Tolerans Testi, 2000
Oya Torum — 10 Yıl İleride Yaşıyordu, 2000
Belgin İlhan Vardar — “Nova” mı “No va” mı, 2001
Akif Eyler — Seminer Dersinde Provokasyon, 2001
Pınar Ervardar — Endüstri Mühendisi Ne İş Yapar, 2002
Alper Eliçin — MKE’de Danışmanlık, 2003
Erdal Balaban — Değerli İnsan İbrahim Kavrakoğlu, 2004
Aydın Sezer — Kavrakoglu Management Institute, 2004
Erol Inelmen — Legacy Ne olacak, 2004
Faruk Pekin — Vakıf Vizyonu, 2005
Cankat Zagra — Son Keyifli Yemek, 2006 Yılbaşı
Gülden Türktan — İnternetten Ulaşımlı MBA Programı, 2006
Gündüz Ulusoy — "Ağabeyim...", 2007
Erol Kirayoğlu — Hastalık Haberi, 2007
Akif Eyler — Sistem Mühendisliği Kongresi, Şubat 2008
Ataç Soysal — Sistem Mühendisliği Kongresi, Şubat 2008
Erdal Balaban — Tekerlekli Sandalye ile Konferans, 2008
Ali Rıza Kaylan — Son Yönetim Kitabı, 2008
Ege Cansen — Çaycı Askısı Teorisi, 20/2/2009
Ercan Öztemel — Kitabımız, 24/11/2009
Akif Eyler — Subject: Endüstri Mühendisliğine Giriş


5. Taziye Mesajları


Şeref Oğuz
Bilgehan Tomruk
Yılmaz Argüden
Abdullah Titiz
Nihat Kiray
Keith Niblett
Güniz Tamer
Zeynep Kavrakoğlu
Yasemin Erensal
Süleyman Özmucur
Hayal Taşpınar
Melike Mermercioğlu
Gülay Barbarosoğlu
Gülseli Zeren Karadere
Meral İnci Zaim
Atalay Gumrah


6. Kendi Kaleminden...


kariyer.net, 2007
Bilim Yolunda 100 Yıl
Liderlik Deneyimleri





(C) 2017, Yazı Kurulu: Gündüz Ulusoy, Ali Rıza Kaylan, Akif Eyler (Ed.), Belgin İlhan Vardar (Ed.)

01 Ekim 2016

Önsöz -- Füsun Kavrakoğlu



Sevgilim'i kaybettim.    1974-2016

Çok sevdiğim, çok şey öğrendiğim, çok şey borçlu olduğum İbo'm artık benimle değil. Bütün dostlarıma böyle bir sevgi yaşayabilmelerini diliyorum.






Gençlik Hatıraları (1960-1970)


İbo’nun Ardından...

Eylül 1960’da, bir kısmı Ankara’dan gelen
bir grup arkadaş, Robert Kolej Hamlin Hall’de
kampusa bakan yatakhaneye yerleştik.

Andre, Kemal, İbo, Tahir, Engin, Bilim,
ben ve birkaç kişi daha!

Bir yıl sonra yukarıya odalara terfi ettik.
İbo da yan odaya yerleşti.

Bu binada yatılı hayatımızda yer eden
çok dostluklar kuruldu.
Bu arada, Hamlin Hall’i anlatmadan geçemeyeceğim. 100 yaşında, koca bir taş bina, ortası boş ve çepeçevre yüksek tavanlı odalar, odaların tavanları demir putreller arasında tuğladan kemerler, buharlı fıslayan kaloriferler, müthiş bir boğaz manzarası (Mehtaplı gecelere doyulmazdı!). Gece sükûnetinde gemilerin pervane darbeleri, hafifçe hissedilirdi. Alt katta, fişle servis veren koca bir kafeterya, berber, buharlı koca bir hamam ve kulüp odaları, oyun odaları, klasik müzik odası vs. vardı (eğlenceli binaydı). Yan binada harika bir kapalı spor sahası, kantin (Kazım’ın Yeri), ortada futbol sahası, yanda da açık spor sahalar!

Aslında İbo, yatılı olmanın yanı sıra, fiyakalı “beyaz Jaguar'ına” atlar, Erenköy’deki evine de epey sık giderdi, imrenirdik! Böyle bir ortamda dostluklar kuruldu, yıllarca da devam etti.

Bunun üstüne bir de İbo’nun sportmenliğini, insanlığını, dostluğunu, centilmenliğini, bilgisini koyun, okulun prensi gibi idi!

İşte, İbo ile böyle tanıştık, gezdik, dostluklar kurduk, 1964’de mezun olduk. Yıllar geçti, evlendik, çoluğa çocuğa karıştık. İbo, profesör oldu, işini kurdu, hatta bize de eğitim verdi. Ayrıca Durusu Park’ta dostluğumuz devam etti.

Hastalığı onu aramızdan alıncaya kadar da dostluğumuz devam etti.

Rahat uyu sevgili kardeşim!

Hamlin Hall 1965

Ali H. Üstay <austay at ustay.com>


Evvel Giden Ahbaba Selam Olsun Erenler, 1960

Robert Kolej Yüksek Okulları. Şimdiki Boğaziçi Üniversitesi yani… Öğrencilerin çoğu varlıklı ailelerin çocukları idi. İbo da onlardan biriydi. Üstelik yakışıklıydı. Hava atmazdı ama havalıydı. Kimselerde olmayan beyaz bir spor arabası vardı. Bağdat Caddesine çıktı mı, "işte geliyor" denirdi.

Bir de mütevazı gelirli ailelerin çocukları vardı. Bursla okurlardı. Bir kısmı da burslarının karşılığında okulun kafeteryasında çalışırlardı. Yaptıkları iş, önümüzden tepsileri toplamak, bulaşıkhaneye götürmek gibi ayak işleri idi. O devirde toplumumuz böyle şeylere pek alışkın değildi. İkimiz de öğrenciyiz, ben kral gibi yemeğimi yiyorum, sen garson önlüğü ile bulaşığımı alıp taşıyorsun önümden. Nasıl şey yani!..

Bir gün ne göreyim; İbo da garson önlüğü ile bursu öğrenciler arasında ve önümüzden bulaşık tepsilerini kaldırıyor. Bir insan, arkadaşlık hassasiyetini daha nasıl paylaşsın. İbo buydu işte. Kısacası dostlar, "iyi" diye sayabileceğiniz şeylerin çoğu İbo’da mevcuttu. Hatta bazıları fazlasıyla vardı. Çok çalışkan ve üretken bir bilim insanıydı. Etkili bir akademik yönetici idi. Eğitim dünyamıza dijital öğrenim zenginliği katmak için "Laz inadı" ile çırpındı. Şirket mi kurdun vakıf mı, mübarek, para kazanmana baksana; hayır, İbo'nun derdi para değildi. Yurtseverdi; her adımını ülkeye ve topluma etkisinin ne olacağını tartarak atardı. Bir de eşsiz bir eşi vardır; sevgili arkadaşım Füsun… Fedakar eş heykeli yapmak isteyen varsa kolay kolay daha iyi bir model bulamaz.
1958 RC Garson

Tahir Özgü <tahir at tovak.org>


Bombacı, 1960

İbrahim ile arkadaşlığımız 1960'da Robert Kolej Mühendislik Okulu'nda başladı. Mezun olduktan sonra da ve uzun zaman ayrı ülkelerde yaşamamıza rağmen arkadaşlığımız devam etti.

İbrahim'in Toronto'ya geldiği zamanlar veya ben Türkiye'de tatildeyken buluşur, bazen de telefonda sohbet ederdik: Okul günleri, yakın bulduğumuz okul arkadaşların durumları, dünyadaki teknik gelişmeler, eski ve yeni spor arabaları, üzerinde çalıştığımız ilginç projeler, 'modelling and simulation', MBA projesi... Hayret edilecek kadar pratik kafalı, bilgili, terbiyeli, görgülü ve efendi örneği bir arkadaştı. Çok özleyeceğim seni, İbrahim.

Engin Gür <enging at pcassistance.ca>


Jaguar, 1960

Talas’tan mezun olduktan sonra 1957’de Robert Kolej’e liseye geldim ve o zaman İbrahim’le tanıştık. 1960’ta liseyi bitirene kadar çok yakın ve son derece samimi arkadaş olduk. İbrahim’in çok sevdiği ve ilgilendiği bir şey yarış ve spor arabalarıydı. Elinde hep otomobil mecmuaları vardı. Lise son senede babası İbrahim’e bir Jaguar spor arabası almıştı. XK 150, beyaz ve içi kırmızı deri. Üstü açık. Zannedersem İstanbul’da tek bu vardı. Beraber sahil yolunda ne gezinirdik. Düşünün, genç, yakışıklı bir delikanlı böyle bir arabada geziniyor! Ne fiyaka!

Amerika’ya üniversiteye gittim. 1964’te döndüğümde hava alanında beni karşılayan İbrahim idi. Birkaç gün beraber olduk, konuştuk, yedik içtik. Ancak ondan sonra vapura binip Samsun’a annemin babamın yanına döndüm.

Amerika’da oturduğumdan çok sık görüşmek konuşmak yoktu. Fakat her ziyaretimde arkadaşlığımızı yeniliyorduk. Sanki hiç vakit geçmemiş. O da Amerika’ya geldiğinde bazen beraber olabiliyorduk. İbrahim bir ara Berkeley’de profesörlük yaparken ben California’ya idim ve onu buldum. Hatırladığıma göre Füsun’la yeni evliydiler. Büyük bir sakal bırakmıştı.

Erol Kirayoğlu <South Carolina>


Kaz uçar da Laz uçmaz mı? 1960

Sevgili İbrahim ile tanışmamız 1960’lı yılların başlarında Robert Kolej’de öğrenci iken ​oldu. İbrahim benden iki yaş büyük idi. Ara sıra Robert Kolej’in Büyük Gym’inde aletli jimnastiğe giderdik. Antrenörlüğümüzü Mr​. ​Nadolsky yapardı. Ne onun ne de benim jimnastiğe pek fazla kabiliyetimiz yoktu ama yine de giderdik; belki zaman geçsin diye, belki de işte öyle bir şeyler yapmış olmak için.

Benim İbrahim ile arkadaşlığım karşılıklı şakalaşmak şeklinde idi. Ben ona "Kaz uçar da Laz uçmaz mı?" diye takılırdım, o da bana “Burak köprüden geçerken aşağıdaki kurbağa Burak’ı görmüş, vrak vrak diye seslenmiş, Burak da bırak diyor sanıp elindeki şişeyi köprüden aşağı bırakmış.” derdi, gülerdik. Ortaokul öğrencileri gibi böyle anlamsız şeylerle ​şakalaşırdık.

Fakat işin ilginç yanı, bunları İbrahim Makine Mühendisliğinde ben de İnşaat Mühendisliğinde hoca olduktan sonra da yapmaya devam ettik. Mühendislik koridorlarında birbirimizi gördükçe hep gülümserdik.

Burak Erman <berman at ku.edu.tr>


İbrahim ve Arabalar, 1962

İbrahim’in spor otomobillere merakı vardı. Babası Ali Kemal Bey, oğluna 1962 yılında, henüz kolejdeyken Nemlizade Bey’in iki yıllık spor Jaguar arabasını alıp hediye etti. Bu O’nun rüyalarının otomobiliydi. O devirde trafik nispeten tenha olduğundan fırsat buldukça arabanın gazına basardı. Böyle bir anda İstinye’deki muhallebici Zeynel’in önündeki virajı almayarak refüjdeki kayaya çarpınca onu Ali Kemal Bey’le beraber Taksim’deki eski İlk Yardım Hastanesi’nde ziyarete gitmiştik. Kafasında bandaj, sırtında siyah çizgili hastane pijamasıyla mahcup bir halde yatıyordu. Beyin sarsıntısı ihtimali dolayısıyla doktor tavsiyesine uyarak iki gün orada yatmalık oldu. Bilahare özel doktor yarayı yeniden açtı, içindeki yabancı maddeleri topladıktan sonra yeniden dikip kapattı. Otomobili George adlı Rum asıllı bir tamirciye toplattık. Arabanın eski keyfi kalmamıştı. Aradan birkaç ay geçti, İbrahim bu sefer Levent Sanayi Sitesi önünde, yağışlı havanın etkisiyle arabayı zapt edememiş, elektrik direğini devirmiş ve açılan kapıdan yola fırlamış. Kaza esnasında yan koltukta oturan, ön dişleri kırılmış arkadaşıyla beraber hastanede yatarken adresini evvelden bildiğimiz İlk Yardım’a ziyaretlerine gittik. Bu kazada onu kurtaran üzerine giydiği ablasının kayak montu olmuştu. Oto hikayemiz henüz bitmedi: Robert Kolej’den aşağı yola inen yokuşta ön tekerlek fırlayınca araba hurda fiyatına satıldı. Daha da bitmedi: Londra Üniversitesi’nde iken İbrahim’e yepyeni bir E tip Jaguar alındı ama bu araba da bir ay sonra Londra’da oturduğu evin sokağından çalındı ve bir daha bulunamadı. Şansızlığa bakın ki otomobil sigortalı değildi. Çöpten sakınılan göze odun girer derler. İbrahim de bir daha Jaguarların yanından bile geçmez oldu.


Erkan Mermercioğlu <erkanmermercioglu at gmail>


İbrahim’le Seyahat, 1963

İbrahim ve ablasıyla arabayla çıktığımız bir Avrupa seyahatinde İbrahim'in spor Fiat otomobiliyle Bulgaristan sınırını geçerken gümrükçüler arama bahanesiyle otomobilin her yerini sökmeye başladılar. Öyle bir durum ki sökülen arabayı tekrar birleştirecek adam yok. "Vaz geçtik, geri dönelim” desek de faydası olmuyor, adam söker sökmez o parçayı yerine takmaya çalışıyorsak da elimizde artan vidalar oluyordu. Herhalde bu kadar eziyet yeter diye düşünüp bir müddet sonra bizi bırakmışlardı. Aynı günün öğlen saatlerinde oturduğumuz restoranda Türkçe bilenlerle sohbet ederken restorana yakın yere Mercedes bir araba geldi, İbrahim kendini tutamadı ve Bulgar ahbaplara “Komünizm diyorsunuz ama sizde de Mercedes’i olanlar var.” deyince karşımızdaki Bulgar, ileriki yıllarda eşitliğin sağlanacağını şu sözlerle anlattı: "Bir gün gelecek, değil Mercedes hiç kimsenin otomobili olmayacak.”

Erkan Mermercioğlu <erkanmermercioglu at gmail>


İbrahim Kardeşim İçin, 1963

İbrahim ender yetişen insanlardandı. Aslında kendini çok iyi yetiştirdiği için krediyi ona vermeli. İbrahim Robert Kolej'in lisesinden mühendisliğe geldiği için, mühendisliğin ilk iki senesinde onu uzaktan da olsa tanıdık. Etkin, ayrıcalıklı bir aileden geldiği için olmalı, ilk iki sene onun arabaları kendi kişiliğinden daha çok konuşuldu kampüste aramızda. Hatta bazı şakalarda "İbrahim boş zamanlarında araba kazası yapar" diye takılırdık. İbrahim Osmanlı İmparatorluğu'nun büyüklüğünün bir çocuğu olmuş bir anlamda. Anladığım kadar, babası imparatorluğun bir ucu Rize'den, annesi de diğer ucu Arnavutluk'tan İstanbul Üniversitesine gelmişler ve aile kurmuşlar sonunda. İbrahim'in yakışıklığı ve pırıltılı zekası belki bu buluşmanın ürünü.

İbrahim'i daha çok makine üç ve dörtte tanıdım. Makine 4 zaten 13, 14 öğrencili bir sınıftı, hem eğlendik hem de öğrendik. İbrahim sonraları bana bir kere "Çok iyi hocalarımız yoktu ama, bize kendi kendimize öğrenmeyi ve problem çözmeyi öğrettiler." dedi. Hakikaten dürüst kişiliği, toleranslı dünya görüşü ve keskin zekası bu son sınıflarda aşikardı. Sınıfta İbrahim ve Vasil güler yüzleri ve esprileri ile neşe getirirlerdi.

İbrahim İngiltere'de doktora yaptıktan sonra Robert Kolej'in son senelerinde Türkiye'ye gelmiş, orada çalışıyordu; ben de o sıralarda askerliğimi yapıyordum Ankara'da ve Orta Doğu'da (ODTÜ) çalışıyordum. Bir izinli günde Robert Kolej'i ziyaret ettim, resmi elbisemle. İbrahim beni çok dostça karşıladı. Kennedy Lodge'da ilk kere yemek yedik beraber ve bana Boğaziçi Üniversitesi'nin kurulacağını ve burada çalışma imkanının olabileceğini anlattı. Terhisimi takip eden günlerde Boğaziçi Üniversitesi'nde çalışmaya başladım. O sırada İbrahim dekandı diye anımsıyorum. O sene İbrahim'le yakın çalıştık. İbrahim herkesin istediği çelik masalar yerine Robert Kolej'den kalma tahta masaları tercih etti ve keyif aldı bu tarihi masaları kullanmaktan. Fakülteye bir rüzgar tüneli kazandırmak için İbrahim'in tasarladığı fanı kullandık. Tünelin zor geometrisini punta kaynakla, bir hafta sonu, Topkapı'da bir sanayi ünitesinde, beraber yaptığımızı anımsıyorum. Tünel üç öğrencinin de tez çalışması ile tamamlandı. İbrahim'le beraber ilk Boğaziçi TÜBİTAK projesi olarak bu tünele çok bileşenli bir kuvvet bloğu yaptık. İbrahim o sene sonu, Stanford Üniversitesi'ne doçentlik tezini yazmak için gitti. Çok başarılı bir çalışma yaptı. Ben onu Stanford'da, ertesi yaz ziyaret ettim. İyi vakit geçirdim. İbrahim beni de doçentlik tezi için çalışmaya ve bu iş için burs bakmaya teşvik etti. Ben de ertesi sene bu yönde Washington Üniversitesi'ne gittim ve iyi bir çalışma oldu. İbrahim'in bu desteğine minnettarım. Epey zaman sonra, İbrahim Berkeley'de araştırma yapmak için geldiğinde, Vancouver Kanada'dan arabayla gelip onu ve eşini San Francisco Havaalanı'ndan alıp, Berkeley'e götürdüğümü anımsıyorum.

Ben Amerika'da çalışırken İbrahim beni bir konferansı sırasında ziyaret etti ve bizde kaldı. İbrahim'e çok inandığım için ona yeni doğmuş kızıma godfather olmasını rica ettim. O da kabul etti. Bu ziyaretinde bize çok güzel salatalar yaptı özenerek. Annesinin hala "bir baltaya sap olmadığından" şikayet veya sitemle konuştuğundan söz etti. Annesi İbrahim'in bir memur, akademisyen olmasını pek sevmemiş. Bir iş kurmasını beklediğini hissettirmiş anlaşılan. Sonradan İbrahim'in eğitim şirketleri kurmasında belki bu yönlendirmeyi düşünebiliriz.

İbrahim çok geniş düşünebilen bir yapıya sahipti. Sanki on sene sonra gelecekleri görebilen. Eğitimde kurduğu internet tabanlı eğitimi de böyle görebiliriz. Eğitim ünitesini Kanada'da pazarlamak ve partner bulmak için Vancouver'a geldi. Çok memnun oldum, beraber iyi vakit geçirdik. Eğitimin hangi yönde geliştiğini çok iyi araştırmış ve çalışan, başarılı bir eğitim sistemi kurduğunu anladım. Annesinin istediği gibi bir baltaya sap olduğunu hissettim.

İbrahim beklenmedik bir şekilde hastalandı. Bazı umutları yerine getirilemedi. Gelecek kuşakların İbrahim'in eğitim alanındaki vizyonlarının doğruluğunu göreceklerinden eminim. İbrahim'i bir insan ve bir dost olarak tanımak benim için bir ayrıcalıktı. Lider konumunda çalışmalar yapmak ona çok yaraşıyordu. Hürmet ve sevgi ile anıyorum.

Sander Çalışal <sander.calisal at gmail>


Makine '64

Kavrak'ı çok tanıyamadık.
Seneler sonra, İstanbul'a geldiğimizde, bir defa telefonla görüştük,
bir saat sonra Tünel'de buluşup yemek yedik. O kadar.
Güzel adam olduğunu orada hissettim.
Ama onun hakkında yazı yazacak kadar tanımadım.

Therefore, It is better to rest in silence.

Machine Design dersinde Makine '64 sınıfı: Güler yüzlü Ibrahim'i hemen tanırsınız

George Kaminaris <gfkam at hotmail>


Havai, 1969

Robert Kolej Makina Mühendisliği son sınıf öğrencisiyiz. Yurt dışı başvuruları yapıyoruz. İbrahim de o sıralar "çok" genç bir öğretim üyesi. Bir arkadaşla birlikte o zamanki tabiri ile biraz işletelim demiştik. Kapısının açık olduğu bir sırada girdik ofisine ve ben, "Hocam, ben Hawaii University'ye başvurmak istiyorum. Ne dersiniz?" dedim. "Çok havai olur." dedi. Kös kös çıkmıştık ofisten.

Gündüz Ulusoy <gunduz at sabanciuniv.edu>


Dayım İbrahim Kavrakoğlu, 1969

Açıkçası herkesin kendi dayısıyla ilişkisi nasıldır çok bilmiyorum ama dayısı İbrahim Kavrakoğlu olan bir kişinin diğerlerine göre epey daha şanslı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. O hem çok ilgili, eğlenceli ve sevgi dolu bir dayı olmasının yanı sıra, ailedeki tüm gençlerin üzerinde sonsuz etkileri olan bir insandı.

Küçüklüğümde hafta sonlarında sık sık anneanne ve dedemde kalırdım. Zaman zaman dayımın sürpriz yapıp beklendiği tarihten 1 veya 2 gün önce İngiltere’den İstanbul’a geldiğini ve evin bir şenlik yerine döndüğünü hatırlıyorum. Dayım inanılmaz hoş sohbeti, olayları herkesten epey farklı -ve çoğu zaman da komik- bir bakış açısıyla yorumlaması ve her seferinde heyecanla anlatacak eğlenceli olaylar yaşaması nedeniyle birlikte vakit geçirmeyi en sevdiğim kişilerden biriydi. İnanılmaz zeki, enerjik, sabırlı ve sevecendi. Beni son derece ciddiye alır, büyük insan yerine koyar ve saatlerce ilgilenirdi. Hatta kimi zaman çocuk gibi koşturduğunu ve benimle anneannemlerin salonundaki büyük masanın etrafında yakalamaca oynadığını hatırlıyorum. Bir gün yine heyecanlı bir oyunun sonunda kendisine dönüp “Sen beni böyle koşturuyorsun ama sonra benim başım ağrıyor.” demişim ve sevgili araştırmacı dayım bu yaştaki bir çocuğun bile sözünü son derece ciddiye alıp birkaç yerden araştırmış ve küçük çocukların çok hareketli oyunlar sonrası gerçekten de başlarının ağrıyabileceğini öğrenip kendisini kötü hissetmişti.

Dayım benim ilk ve en değerli öğretmenimdi. Ben daha çok küçükken “bu kız çok meraklı” diye düşünüp bana okuma yazmayı öğretmiş, bunu sonraki yıllarda özellikle fen konularında başım sıkıştıkça başvurduğum dersleri izlemişti. Öyle ki Boğaziçi Üniversitesi’nde Mühendislik okurken o bana çok zor gelen kavram ve konular, kitaba bile bakmayıp o karmaşık formülleri aklından kağıda geçiren ve son derece anlaşılabilir ve basit haliyle kısa bir sürede anlatabilen dayım sayesinde kabus olmaktan çıkıyordu.



İbrahim Kavrakoğlu benim tüm eğitim hayatımı ve sonrasında da kariyerimi etkileyen kişiydi. Ortaokul birinci sınıftayken o yıllarda daha çok az kişinin bildiği Endüstri Mühendisliği ile beni ilk defa o tanıştırdı; sonradan inanılmaz yararını göreceğim master ve doktoraya teşvik etti; üniversite başvurularım ve bitirme tezlerimde çok değerli yönlendirmeler yaptı; hatta uzun yıllar çalışacağım danışmanlık işine ilk olarak o başlattı. Bugün geriye baktığımda bana son derece uygun bir konuda aldığım eğitimi, severek gerçekleştirdiğim ve çok şey öğrendiğim çalışma hayatımı ve hali hazırda büyük bir keyifle yaptığım hocalığımı her anlamıyla ona borçluyum.

Bütün bunları dikkate aldığımda da ben aslında çok şanslı bir kişiydim diye düşünüyorum. Çünkü sevgili dayım İbrahim Kavrakoğlu benim hem çok yakın bir akrabam, hem hocam, hem de uzun yıllar patronum oldu.

Melike Mermercioğlu <mmermercioglu at ku.edu.tr>

Üniversite Hocası (1971-1982)


İbrahim’le Omuz Omuza, 1971

Ben İbrahim’in aramızdan ayrılışını kabullenemedim. O hala benim hayalimde, o her zamanki İbrahim. Belki de bu yazıyı yazmakta gecikmemin sebebi de bu…

Ben Robert Kolej’e hoca olarak 1967 yılında geldim, İbrahim’den dört yıl önce. Robert Kolej’in son yıllarıydı. Geleceğe güvenimiz tamdı. En iyi eğitimi verme çabası içindeydik. Sonra Robert Kolej’in Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüştürme çabalarımız başladı. İşte o zaman İbrahim’le ideallerimizi paylaştık, aynı saflarda çaba gösterdik. O Mühendislik Fakültesinde, ben İdari Bilimler Fakültesindeydim. İşbirliği yaptık. Hayallerimizi gerçekleştirmek için pek çok komisyonda çalıştık. Doğru hatırlıyorsam, Endüstri Mühendisliğinin kurulması, hedef ve stratejilerinin saptanması ve programının oluşturulmasında iki kişilik bir komisyon olarak çalıştık. İlginçtir, en güzeli ararken farklı görüşlerimizden yararlanabildik. Ters düştüğümüz bir konuyu hatırlamıyorum.

Evet, aramızdan ayrıldı, ama hayalimde onu, o neşeli ve sevecen haliyle, o eski günlerde olduğu gibi yaşatabiliyorum.

Özer Ertuna <ertuna at boun.edu.tr>


Aktif ve Güler Yüzlü Kişiliği, 1971

1971-1977 tarihleri arasında yatılı  EE (lisans, lisansüstü) öğrencisi olarak Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu ile Mühendislik Fakültesi binasında gündüz, gece günün değişik saatlerinde çok sık karşılaşır ve selamlaşırdık. Her zaman aktif ve güler yüzlü bir kişiydi. Kendisinden hiç ders almadım ama mevcudiyeti dahi motive edici ve ilham verici bir etki yaratmıştı üzerimde. Boğaziçi Üniversitesini üst kalite bir yer yapan hocalardandı. Hocamızı sevgi ve rahmetle anıyorum.


Taflan İmre Gündem <gundem at boun.edu.tr>


Araba Tutkusu, 1972

İbrahim Hocayı Robert Kolej Yüksek Okulu’nun Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüştüğü 1971-72 akademik yılında tanımıştım. Üniversite ortamı o günlerde çok farklıydı. Örneğin Mühendislik Fakültesi, Mühendislik Bölümü olarak anılırdı. Elektrik, İnşaat, Kimya ve Makina Mühendisliği Bölümleri ise Şube olarak bilinirdi. Mühendislik eğitiminde, birinci sınıfın sonunda şubelere ayrılmıştık. Ben Makina Mühendisliği Şubesini seçmiştim. İbrahim Hoca, üçüncü sınıfın ikinci dönemi Akışkanlar Mekaniği dersimize girmişti.

O güne kadar gördüğüm hoca tiplerine göre sıra dışı bir karakterdi. Kitaptaki bilgileri doğrudan aktarmak yerine, ufkumuzu genişletecek ezber bozan bir yaklaşımı vardı. Beni en çok etkileyen yönü ise akademik kişiliğinden öte, sosyal yaşam tarzı ve spor arabasıydı. Uzun yıllar sonra ne zaman otomotiv sektörüyle ilgili bir fuara gitsem, İbrahim Hocayı hatırlarım. Belleğimde İbrahim Hoca ve kaliteli araba özdeşleşmişti.

Nedenini tam anlatabilmem için, o günlerdeki öğrenci yaşantımızdan da kesitler aktarmalıyım. 1972 Şubat ayına geri dönersek, o günlerde akademik ve sosyal yaşam bugünlerden çok farklıydı. Akademik yaşantımızda derslerde hesaplama için sürgülü cetvel kullandığımız, Mühendislik binasının giriş katındaki IBM 1620 model bilgisayara, delikli kartlarla programımızı yükleyip çalıştırdığımız yıllardı. Toplu ulaşımın, Sirkeci-Bebek ve Taksim-Bebek hatlarında boynuzlu dediğimiz troleybüslerle yapıldığı bir dönemdi. Öğrenci araba sayısı yok denecek kadar azdı. Bu nedenle otoparka da gereksinim yoktu. Şimdiki öğrenci otoparkı boş bir alandı. Bizim sınıfta, tek bir arkadaşımızın arabası vardı. İkinci el alınmış, Triumph marka spor bir araba. Aküsü zayıf olduğu için, arkadaşımız zaman zaman bizden destek alır ve iterek çalıştırırdık. İbrahim Hoca bir gün bizleri araba iterken gördüğünde, “Arabanız içten yanmalı olduğu kadar, dıştan da itmeli.” diye takılmıştı. Böyle bir zaman kesitinde İbrahim Hocanın arabasının hayalimizi süslemesi ve araba merakımızı körüklemesi çok doğaldı.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


İbrahim ve Modelleme, 1974

Sevgili İbrahim’i tanımam ve birlikte çalışmaya başlamamız 1974 yılına kadar gider. Derler ya “kırk yıllık arkadaşız” diye, bizim tanışmamız o kadar eskidir. Yer, TÜBİTAK Marmara Araştırma Enstitüsü (MAE), Gebze Kocaeli. O zamanlar iki genç araştırmacı olarak modelleme konularına yoğun ilgi duyuyorduk. İbrahim, enerji konularında, ben ise endüstriyel yöneylem araştırması alanında modelleme çalışmalarında yoğunlaşmıştık. Aynı konulara ilgiyi duyduğumuzun, aynı heyecanı yaşadığımızın ve ayni dili konuştuğumuzun bilincine varmamız çok uzun zaman almadı. Ve sonra, kendisi, bizim MAE Yöneylem Araştırması Ünitesi’ne danışman olarak katıldı ve enerji modelleme çalışmalarını sürdürdü. MAE’de danışmanlık süresince bize katkıları, özellikle genç araştırmacı adaylarına örnek oldu, derin sevgi ve saygılarını kazandı. Bu arada, benim Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) ile bağımın kurulmasını sağladı. Birlikte, BÜ Endüstri Mühendisliği Master ve Doktora programlarının temellerinin atılmasında çalışırken önderlik yaptı ve her türlüğü desteği sağladı ve gereken kaynakları yarattı.

Sevgili İbrahim, olağan ve sıradan düşünce çerçevelerinin dışında olan, yeni görüş ve çözümler üretebilen ve bunları hayata geçirebilen ender araştırmacılardan birisidir. Kendisi yaşadığı gibi, bunları etrafındakilere de yaşatma sevgisi ve coşkusu inanılmaz bir düzeydeydi. Başka ve daha doğru bir deyişle, kendisinin “enerjisi” sonsuz gibiydi, – belki de bu özellik, “enerji” konusuna olan tutkusundan kaynaklanıyordu. Son yıllarında bile bu enerjik tutumu değişmedi ve aynı düzeyde sürdü.

Kendisi ile uzun sohbetlerimiz olurdu. Sağlık durumunun getirdiği engelleri başarı ile aşmasını hayranlıkla izlerdim. Bu küçük notu yazarken bile, bende yarattığı hayata tutunmak ve üretken olmak duygusunu yeniden canlandırıyor. Seni unutmayacağız ve her zaman saygı ve sevgiyle anılarımızda olacaksın İbrahim.

Muhittin Oral <muhittin.oral at ozyegin.edu.tr>


İnce Belli Çay Bardağı, 1975

Boğaziçi Üniversitesi Makina ve Endüstri Mühendisliği Bölümleri ile bir dönem ilişkili olup, akademik ve sosyal yaşamında İbrahim Bey'in etkisi olmamış kimse yoktur herhalde. Ben de bu şanslı kişilerden biriyim ve kendisini önce hocam, sonra meslektaşım olarak tanımış olmaktan çok mutluyum. 1971-1975 yılları arasında Makina Mühendisliği Bölümü öğrencisi olarak İbrahim Bey'den önce Termodinamik daha sonra Energy Conversion derslerini aldım. Uzun zaman oldu ama, bu derslerde bir hoca olarak beni çok etkilediğini hala hatırlıyorum. Bunu sadece konulara olan hakimiyeti ve bilgisini göz önüne alarak söylemiyorum tabii. Öğrencilerine olan son derece sıcak yaklaşımı, yüzünden ve gözlerinden eksik olmayan o içten gülümsemesi ile, bizlere bir hocamızdan çok arkadaşımız gibi yaklaşırdı. Yumuşak bir ses tonu ile, inanılmaz ikna etme yeteneği sayesinde, konuları biz öğrencilerine mükemmel aktarırdı. Eğitime olan yaklaşımı ve verdiği önem zaten yaşamının her döneminde, üniversiteden ayrıldıktan sonra da devam etti. Termodinamik dersinde ince belli çay bardağının tasarımının ısı kaybını nasıl en aza indirdiğini anlatması hep aklımdadır. Derslerde sadece termodinamiğin kanunları, teknik konular ve formüller üzerinde yoğunlaşmaktan ziyade, çok daha genel anlamda enerji alanına ağırlık vermeye gayret ederdi. Bizlere verdiği en önemli derslerden biri konulara dar bir çerçevede değil, daha geniş açıdan bakmamız gerektiğiydi. Zaten bilindiği gibi Türkiye'nin enerji problemi üzerine çok sayıda uygulamalı proje yöneterek bu konuda ülkemizin en önde gelen bilim adamlarından ve uzmanlarından biri olmuştur. Boğaziçi Üniversitesi'nde öğrenci iken tanıdığım bir çok arkadaşım mezuniyet sonrası bu projelerde görev aldılar.

Süleyman Özekici <sozekici at ku.edu.tr>


Enerji Modeli Projesi, 1976

İbrahim Kavrak Hocadan üniversite son sınıfta iken bir makina bölüm dersi almıştım. Konuları toparlayıp bize anlatması ve hakiki hayatta mühendislik problemlerinin nasıl çözüldüğünü, teoriden uygulamaya nasıl geçildiğini özetleyişi beni çok etkilemiştir. Dört yıl sonra ben de Boğaziçi Üniversitesine öğretim üyesi olarak dönüp Endüstri Mühendisliği Bölümü'nün kuruluşu çalışmalarına başladığımda beni Mühendislik Fakültesi Yönetim Kurulunda hararetle desteklemişti. Bir yıl sonunda, birlikte, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığına müracaat ederek, 1977 yılında Türkiye'de yapılacak Dünya Enerji Konferansına sunulmak üzere, Türkiye Enerji Modelini hazırlamaya talip olduk. Ve projeyi, o gün için çok büyük bir bedelle ihaleyi kazanarak aldık. O yarışmanın heyecanını ve kazanma sevincimizi unutamıyorum.

Erkut Yücaoğlu <erkut.yucaoglu at map.com.tr>

Editörün notu: 10. Dünya Enerji Konferansı 19-23 Eylül 1977 tarihleri arasında İstanbul Atatürk Kültür Merkezi'nde düzenlenmişti.


Kendine Özgü Hoca, 1976

Sevgili İbrahim Kavrakoğlu önce Boğaziçi Endüstri Mühendislik’te Bölüm Başkanım idi. Sonra 3. sınıfta kendisinden ders aldım, hocam oldu. Derste tasarımın önemini “basit” bir çay kaşığından örnek vererek o kadar ciddi anlatmıştı ki, ders notlarımın arasına bir çay kaşığı çizmiş ve artık çay kaşığına başka bir gözle bakmaya başlamıştım.


Tek bir kitaba bağlı kalmayan ders anlatış tarzı, yoruma dayalı -sınav gibi olmayan- sınav soruları, özel sakal ve giyim tarzı ile alışılmış hoca tipinden çok farklı, hep kendine özgü idi. Hatta hatırımda kalan, üstü açılan, tek kapılı spor arabası da Mühendislik otoparkında o zamanlar tek idi.

Belgin İlhan Vardar <belginv at gmail>


Şaheser Bir İnsan, 1977

Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu mükemmel bir eğitici olmasının yanında şaheser bir insan idi. Kendisinden çok şeyler öğrendim. Benim hayatımın yönlenmesinde çok büyük bir rol oynadı. Türkiye Genel Enerji Araştırma Projesinde çalışırken (1975-1977) bana bir keresinde iki maaş vermişti aynı ay için, çok çalışıp başarılı oldum diye. O projedeki başarımdan dolayı bana Boğaziçi Üniversitesi kontenjanından Milli Eğitim Bakanlığının bursunu almamda büyük bir rol oynamıştı. Bu burs ile Amerika’ya gelebildim ve doktora yapabildim. Maalesef ekonomik sebeplerden dolayı Türkiye’ye dönmem mümkün olmadı.

Osman Balcı <balci at vt.edu>


Boğaziçi Üniversitesi'nde Bir Seminer Dersi, 1977

İbrahim Bey ile hocam olarak ilk karşılaşmam bir seminer dersinde oldu. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nde son dönem öğrencisiydim. Dersin hocası İbrahim Bey’di. Ancak, seminer dersi olduğundan bize kendisi bizzat hiç bir eğitim vermedi. Ders haftada bir gündü ve bir öğleden sonranın tamamını kapsıyordu. Saat 13:30’da başlardı. Her dersin başında İbrahim Hoca gelir, Türkiye’nin büyük sanayi kuruluşlarından bir konuşmacıyı bize tanıtır, sonra izin isteyip ayrılırdı. Bazı dersler ise fabrika ziyaretleri şeklinde organize edilirdi. Aklımda en çok kalanlar, Haramidere’de Beko Fabrikasına ve Paşabahçe’de Şişe Cam Tesislerine yaptığımız ziyaretler olmuştur.

Şişe Cam’a gitmeden bir hafta önceki ders de aklımda kalanlardan. İbrahim Hoca Şişe Cam’dan Y... Bey’i konuşmacı olarak getirmişti. Kendisini endüstri mühendisi olarak tanıttı. Konuşma başladıktan sonra kişi kendinin aslında tekstil mühendisi olduğunu, daha sonra uzmanlığını endüstri mühendisliğinde yaptığını anlattı. Ders boyunca bize Taylor’un öğretilerini anlatmaya başladı. Ona göre çok büyük bir yenilikti. Biz Boğaziçi’nin “çok bilmiş”, neredeyse ukala denebilecek öğrencileri için ise Taylorizm 1920’lerde kalmış kısmen köhnemiş, Endüstri Mühendisliğinin tarihinde yeri olan bir kavramdı. Biz artık bilgisayarlarda simulasyonlar, dinamik programlamalar vs. yapan dahilerdik. O gün Y. Bey’i sınıfça oldukça zorladık, adeta köşeye sıkıştırdık. Modern endüstri mühendisliği konusunda habersiz olduğu, konuştukça ortaya çıkmıştı. İki buçuk saatin sonunda kendisini “öğren de gel” benzeri yorumlarla uğurladık. Adam ağlamaklı bir şekilde sınıftan ayrıldı.

Ertesi hafta Şişe-Cam gezisi öncesi İbrahim Hoca sınıfa geldi ve bize kısa bir konuşma yaptı. Anlaşılan Y. Bey kendisine epey bir serzenişte bulunmuştu. İbrahim Hoca’nın kısa konuşmasından aklımda kalan mealen “Adam yetersiz olabilir ama yüzüne vurmak doğru olmamış” mesajıdır.

Alper Eliçin <alperelicin at gmail.com>


Gerçek Hayat Filmi, 1978

Boğaziçi Üniversitesi 2. sınıf öğrencisi idim. Arkadaşım Füsun, daha sonra eşim olan Cüneyt Türktan ile beni bir arkadaşının evine davet etti. Davet biraz gizemli bir unsur içeriyordu. Tam anlayamadık ya da anlamadık ama üzerinde durmadık. Tarif edilen evdeki davete gittik.

Gittiğimiz ev Boğazda, önünden yol geçiyor olsa da, sahilde idi. Okula da oldukça yakın. Evde ev sahibi olarak biraz geçkince görünüşlü, sakallı bir delikanlı vardı. Konuştukça anladık ki, tam bir delikanlı. Bir kere iki kişilik bir Fiat Spider kullanıyor. Öğrencilik yıllarında araba ve markası çok önemlidir. Tamam dedik. Uygun bir delikanlı.

Parti bitti. Tam biz kalkmadan, “Filmi tam anlamadınız!” dedi delikanlı. “Nedir?” dedik. “Ben okulda hocayım.” dedi. “Sorun yok. Bizim derslere girmiyorsun.” dedik. Bıyık altından kendisine özgün gülüşü ile güldü. “Doğru!” dedi. Böylelikle tanıştık İbrahim Kavrakoğlu ile. Daha sonra sıklıkla görüştük hep birlikte gezdik, hep birlikte güldük...

Müthiş ince bir espri gücü vardı. Her konudaki inceliği görürdü. Bazen konulara kedi gibi dikkat kesilir ve bir espri ile işin içinden çıkmayı başarır ve sorunu ve gücü de ortaya çıkarırdı. Sadece esprili değil, ne kadar zeki olduğu da karşısındakini hiç zorlamadan ortaya çıkan bir teşhis idi.

Unutmadığım bir başka yönü de ciddi bir eğitimi ve ihtisas konusu varken, ekonomi kitapları okumaya başlaması idi. Bu benim ufkumu aşan bir konu idi. “Budur herhalde!” dedim gerçek doktora üstü çalışma...

Biz Amerika’ya gittik. Uzun süre görüşemedik. [2006'da devam edecek]

Gülden Türktan <gturktan at gmail>


Tümsel Bakışın Dibi, 1978

Sevgili hocamı, dostumu, gençlik idolümü 1978 senesinde ilk defa üniversitede master programına başladığımda tanıdım. Hemen dost elini uzatıp eğitim paralelinde bir iş ayarladı. Varoluşu ile bütün kimliğime dokunuyor ve fikirleri ile ufkumu açıyordu. Genç yaşlarımda ve bugün bile eşim "Hayatta en çok anlattığın adam İbrahim Hoca." derdi/der. Şimdi düşündüğümde o günlerde bana mükemmel bir insan vizyonunu yansıtıyordu, onu paylaşmak istiyorum. Bende bir sürü parçası sürekli yaşamakta kesinlikle. Bunlardan birisi, dünyada insanların aynı acıları farklı mekan ve zamanlarda tekrar tekrar yaşayıp birbirlerinden niye öğrenemediklerini tartışırken. Çok özet olarak sen hiç elini yakmadan sobanın sıcak olduğunu öğrenen çocuk gördün mü diyerek uzun sohbeti imzaladı. Bu hayatımda cebimde taşıdığım güzelliklerden biridir. Enflasyon modellemesi yaparken de etkin değişken sayısı 100'e yaklaştığında Hong Kong'daki kuşun kanat çırpışını daha koymadık diyerek, tümsel bakışın dibine dokunan Hocam benim hayata dokunuşuma bir taş daha koymuştu. İyi ki varsın Hocam, hep yanımızda keyifle ve huzur içinde ışılda, bugünümüzün, geleceğimizin bir parçası ol.

Ersin Pamuksüzer <ersin.pamuksuzer at gmail>


Proje Hocası, 1979

1974-1979 yılları arasında İbrahim Hoca ile birçok projede ortak çalışma fırsatımız oldu. Bu dönemde hem kendisinden ders aldım, hem araştırma asistanlığını yaptım. Odasını senelerce kullanmama izin verdi. Enerji modelleri üzerinde çalışırken o zamanlar internet olanakları yokken bine yakın kitap ve araştırma getirttiğini ve incelediğimizi hatırlıyorum. Bu projelerden benim master tezim dahil çok sayıda master tezi ve araştırma çıkmıştı. İbrahim Hoca kafası devamlı yeni projeler düşünen, üreten ve bunları bir an önce hayata geçirmek isteyen bir kişiydi. Sık sık arar, yeni düşüncelerinden bahseder, odasında ya da evinde bunları aktarır, modelleme çalışmaları yapardık. Güzel günlerdi. Nur içinde yatsın.

Erhan Topaç <etopac at gedik.com>


"Türkiye Kaçmıyor", 1979 Kış Ayları

Hocam genç yaşında fakülte dekanlığından sonra bölüm başkanı olmuş, bir yerlerden ödenek bulmuş --belki de cebinden harcadı kim bilir-- yeni bölümüne genç elemanlar arayışında ABD turu yapıyor. O zamanlar telefonla ulaşamazdı, bana mektup yazıp Boston'a geleceği günü bildirdi.

Görüşmenin sonunda yurda dönmeye ikna olmuştum. Yalnız bir sorum vardı:
- Hocam, doktoram bitmek üzere, yaz sonu olabilir.
- Kolay gelsin, tez yazmak zahmetli bir iş.
- Hemen döneyim mi, burada bir iki sene çalışayım mı?
- Kardeşim, Türkiye kaçmıyor, önce kendini yetiştir, sonra dönersin.

Bölümüne acil eleman arayan bir yöneticinin bu cevabı ne kadar anlamlı... Çok kişi "hemen gel" derdi. Şimdilerde, doktorayı bitirmeden öğrencileri geri çağırdıkları bile oluyor.

Akif Eyler <akif.eyler at gmail>


Öğretim Üyesi Seçiminde Titizlik, 1979

Öğrencilik yıllarından tanıdığım bir arkadaşım, Amerika’da doktorasını tamamladıktan sonra Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümüne öğretim üyesi olmak için müracaat etmiş. İbrahim Abi, o sırada bölüm başkanıydı. Beni arıyormuş. Aramızdaki konuşma şöyle gelişti:
- Sen bu adamı tanıyormuşsun, nasıl biri?
- Ben akademik değerlendirmesini yapamam.
- Onu biz yapıyoruz. Nasıl bir insan, fakülteye uyum açısından sorun olur mu? Bölüm
içinde bir huzursuzluk yaratır mı?
- O konuda içiniz rahat olsun, çok uyumlu, çok pozitif bir arkadaştır.
- Tamam işte, bizim de duymak istediğimiz buydu.
diyerek yanımdan ayrıldı. Bölüm kadrosunu oluştururken eleman seçiminde gösterdiği titizlik ve çok yönlü değerlendirme beni etkilemişti. Doğru eleman seçimi, bölümün geleceğini güvence altına almanın ön koşuluydu.

Hüsamettin Alper <Husamettin.Alper at arup.com>


Dönüş Kararı, 1979

Syracuse Üniversitesi Endüstri Mühendisliği ve Yöneylem Araştırma (IEOR) Bölümünde doktora tez çalışmamı 1978 yılında tamamlamış, tez savunma sınavına 8 Aralık 1978 tarihinde girmiştim. Aynı gün Dekan James A. Luker imzalı bir mektup almış ve tam zamanlı öğretim görevlisi olarak IEOR Bölümünde çalışmaya devam etmem için iş teklifi yapılmıştı. Syracuse Üniversitesi’nde bir dönem daha tam zamanlı öğretim görevlisi olarak sözleşmeyi imzaladım. Bu süre içerisinde akademik yaşantıma nerede devam edeceğim konusunda karar verecektim.

Danışman hocam Prof. Carl Harris, George Washington Üniversitesi’nde yeni görevine başlamıştı. Benim de ABD’de kalıp, kendisiyle çalşmalarımıza devam etmemizi istiyordu. Ben ise lise ve üniversite yıllarımı geçirdiğim Boğaziçi Üniversitesi’nden teklif alırsam oraya dönmeyi tercih edecektim.

Üstün Ergüder, Selçuk Erden hocalar Syracuse Üniversitesi’ne ziyarete gelmişlerdi. Her ikisiyle de Boğaziçi Üniversitesi’ne dönmem konusunda olumlu konuşmuştum. İdari Bilimler Fakültesi Dekanı Özer Ertuna İşletme Bölümüne dönmem için telefonla beni aramıştı. Daha sonra İşletme Bölümü Başkanı Prof. Nuri Uman’dan Üniversiteye dönme isteğimden memnun olduklarını bildiren 19 Ocak 1979 tarihli bir mektup almıştım. Mustafa Dilber Hocam da öğrencilik yıllarımdan beni yakından tanırdı. Ondan da konuyla ilgili mektup alınca çok sevinmiştim. Ancak ben Mühendislik Fakültesine dönmek istiyordum. Bölüm Başkanı İbrahim Hocayla da yazışıyorduk.

İbrahim Kavrakoğlu imzalı ve 29 Haziran 1979 tarihli mektup beni epeyce şaşırtacak ve çok sevindirecekti. Bu Kavrakoğlu’ndan aldığım ikinci mektuptu. Bölüme kabul süreci devam ederken, vereceğim dersler bile belirlenmişti:
16 Mayıs tarihli yazınız ve eklerini aldım, teşekkür ederim. Formaliteleri sürdürürken gelecek dönemin ders programını da hazırlamaktayız. Size IE605 Applied Stochastic Processes ve IE403 Quality Control and Reliability derslerini verdirmeyi düşünmekteyiz. IE605 için bugüne kadar Çınlar’ın kitabı kullanıldı, fakat tam anlamıyla memnun kaldığımız söylenemez. IE403 için ise bir kitap sipariş etmiş değiliz.
Normal olarak ders yüklerini öğretim elemanlarıyla toplanıp karara varıyoruz. Fakat Kayıt İşleri bizden şimdiden liste istiyor: bundan ötürü size danışmadan bir dağıtım yapmamız söz konusu. Öte yandan dönem başlamadan bazı düzenlemeler yapabiliriz.
Temmuz ya da Ağustos’ta görüşmek üzere çalışmalarınızda başarılar dilerim.

Saygılarımla,
Doç. Dr. İbrahim Kavrakoğlu
Bölüm Başkanı
Dönüş hazırlıklarına başlayabilirdim. 1979 Ağustosunda İstanbul’a dönecek ve 3 Ekim’de atama işlemlerim tamamlanacaktı. Bürokratik işlemlerin tamamlanmasında, İbrahim Hocamın katalizör rolünü unutmam mümkün değil.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>



Bebek’teki Ev ve Nikah Şekeri, 1979

Ben küçükken en büyük eğlencem anneannemle birlikte dayımın Bebek’teki evinde kalmaktı. İbrahim Kavrakoğlu, Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışırken kiralanan ve şu anda Bebek Koru Cafe olarak işletilen o küçük ama son derece sevimli dairede çok uzun yıllar yaşadı ve benim için orası her zaman İstanbul’da gitmeyi en çok sevdiğim adreslerden biri oldu.

Anneannemle Göztepe’den yola çıkar, Kadıköy’den vapura biner, Karaköy’den de dolmuşla Bebek’e gelirdik. Muhtemelen biraz da beni oyalamak için uzun uzun yaptığımız bu yolu dayım her sabah ve akşam yapmasın diye, ona hemen üniversitenin alt kapısının yanındaki bu daire kiralanmıştı. Biz anneannemle 2-3 ayda bir büyük bir keyifle dayımda kalmaya giderdik. Dayım ilk gördüğümde çok şaşırdığım o kocaman içi su dolu yatağını bize verir, kendisi salonda ya da bir arkadaşında kalırdı. O zamanlar o evdeki her eşya benim için çok değişik ve ilgi çekiciydi. Ibrahim Kavrakoğlu her zamanki yaklaşımıyla evini döşemek için de son derece rahat ve fonksiyonel eşyalar seçmişti...

Sevgili Füsun Abla ile ilk defa o evde tanıştığımızı ve ilk karşılaşmamızda onun da bizlerle tanışmaktan son derece heyecanlandığını çok iyi hatırlıyorum. Yine o evle ilgili unutamadığım bir anım daha var: Dayım ve Füsun Abla’nın nikah törenleri için Bebek’teki evin masasının etrafında geçirdiğimiz saatler! Şöyle ki nikaha gelen misafirlere sıradan bir nikah şekeri vermek yerine daha güzel ve lezzetli bir ikram yapmak isteyen İbrahim Kavrakoğlu, meşhur Bebek Badem Ezmesi’ne badem ezmesi ısmarlamaya ve sonrasında da bunları kendi tasarladığı şık bir paket içerisinde misafirlere dağıtmaya karar vermişti.

Paketlerin üretimi için nikahtan bir gün önce hep birlikte Bebek’teki evde buluştuğumuzu ve uzun saatler boyunca hep birlikte karton kesip yapıştırıp içlerine badem şekerlerini doldurduğumuzu gayet net hatırlıyorum. O gün muhtemelen epey yorulmuş olacağım ki ertesi gün nikah sonrası şekerleri dağıtma görevi bana verildiğinde kimseye birden fazla şeker vermediğimi; bu konuda epey “tasarruflu” davrandığımı ve günün sonunda neredeyse nikah şekerlerinin yarısına yakınını dağıtmadan eve geri getirdiğimi hatırlıyorum.

Beşiktaş Evlendirme Dairesi

Melike Mermercioğlu <mmermercioglu at ku.edu.tr>


“Bırak Palavrayı”, 1979

Sevgili İbo, önce hocamdı. Sonra o Füsun’la, ben de Mayda’yla evlendik. Füsun ve Mayda birbirinin en yakın arkadaşlarıydı. Eşlerimizin bu yakınlığı dolayısıyla, ailece ve sık sık görüşmeye başlamıştık. 1979 yılıydı. Sevgili İbolar’a, Bodrum Farilya’daki evlerine kalmaya gitmiştik. O günlerde bir yaşına basan oğlum Uygar’ı da götürmüştük. Uygar aşırı derecede hiperaktif, bir saniye yerinde durmayan, hiç laf dinlemeyen bir çocuktu. İbolar’da kalışımız, mutfağın da salondaki ocağın yanında olduğu düzende, Uygar’ın birşeyleri karıştırıp kırmaması için, ona mukayyet olmakla geçti. Kısmen işe yarayan bir çözüm, Füsun’un yine birşeyleri karıştırdığı bir sefer Uygar’ı azarlamasının ardından ortaya çıktı. Bizimki birşeylere elini uzatıyor, sonra “te dö” diyip, elini geri çekiyordu. “Te dö” Uygar’ca “teyze döver” anlamına geliyordu.

Evin dışında biraz rahat ediyorduk. Uygar kendi kendine evin önündeki kumsalda oynuyor, ama yine her zaman olduğu gibi, ne gitten, ne gelden anlamıyordu. Bir seferinde, akşam yemeği için Farilya’nın tek lokantasına gidecektik. (Aslında lokanta bile denemezdi. Şimdi Gündoğan olarak bilinen ve Bodrum civarındaki en lüks yerleşim yerlerinden biri haline gelen Farilya’nın dışarda yenebilecek tek yeriydi.İbo ile Füsun da, köydeki tek yabancılardı, o zaman.) Bizim Uygar yine kumlarla oynuyor, benim ve annesinin “hadi oğlum, gel, gidiyoruz” dememize hiç aldırmıyordu. Biz bir süre uğraşıp, onu güzellikle yerinden kıpırdatamayınca, biraz yürüyüp uzaklaşmış olan İbo geri döndü ve gayet otoriter bir biçimde, Uygar’a “bırak palavrayı, yürü bakayım,” diyiverdi. Bizimki de, İbo’nun bu komutu üzerine, oynamayı bırakıp kalktı, İbo’nun elinden tutarak bizimle gelmeye başladı. Bu olayı hala hiç unutmam. Sevgili İbo’nun buna benzer, bir olay karşısında hiç umulmadık bazı tepkileri ile netice aldığına şimdi çoğunu hatırlamadığım bir çok başka durumda da şahit oldum.

Sevgili İbo, ilgi alanları çok geniş bir kişiydi. İşi en son, uçak pilotluğuna kadar vardırmıştı. Ailece sık görüşmeye başladığımız ilk günlerde, bu yanını çok iyi bilmediğim için, hemen her konuda otorite imişçesine bir şeyler söylemesi, beni biraz şaşırtmış, bir seferinde de, 68 kuşağı gençliğinden olan bana, silahlar üzerine de diskur geçmesi, doğrusu biraz canımı sıkmıştı. Daha sonra, bir Karadeniz uşağı olarak silahları da çok iyi tanıdığını öğrenmiştim.

Türkiye önemli bir bilim adamını, ailesi iyi bir eş ve babayı, biz de iyi bir dostu kaybettik. Nur içinde yatsın.

Abdurrahman Arıman <ariman.abdurrahman at gmail>


"Profesör Dediğin...", 1979

Boğaziçi Üniversitesinde Bilgisayar Mühendisliği Master programına başlarken asistanlık için görüşmeye gitmiştim. Ofisine girince, pozitif yaklaşımı, sakin konuşması, güler yüzüyle beni dinlerken, içimden "Profesör dediğin böyle olmalı" diye geçirmiştim. Temel Bilimler Binasının 2. katındaki ofisinin iki tarafı boydan boya cam, arkası yeşilliklere bakıyordu. Hocamız da bu huzur dolu odanın ortasında sanki bir "derviş" edasıyla oturuyordu. O zaman 20'li yaşlarındaki bendenizle uzuuun uzuuun Türkiye meselelerinden, hayata bakışı, benim beklentilerim, neler yaptığım konusunda konuştuk. Daha sonra da "Mathematical Modelling of Energy Systems" çalışmasına asistanı olarak dahil olmuştum. Bana desteğini daha sonraları bir mentorum olarak da devam ettirdi. Türkiye dışından tatile her gelişimde, ziyaret ettiğim 2 kişiden birisiydi sevgili Hocam. Allah rahmet eylesin...

Savaş Ünsal <sunsal at superonline.com>


Yılbaşı Hediyesi, 1980 başı

1979 Ağustosunda A.B.D’den Boğaziçi Üniversitesi’ne döndüğümde, Bilgi İşlem Merkezinin giriş katında, sağ kanattaki tüm ofisler Endüstri Mühendisliği (IE) Bölümü’ne aitti. Bu ofisler yetmediği için, sol kanatta da bir ofis, IE Bölümü tarafından kullanılmaktaydı. Küçücük ofislerde, öğretim üyeleri ikişerli oturmaktaydı. Bölüm Başkanımız İbrahim Hocanın çalışma ofisi Fen Edebiyat Fakültesi (Anderson Hall) Binasındaydı. Ben IE Bölümüne katıldığımda, ilk ofisim Bedir Aydemir Hocanın bulunduğu, sol kanattaki ofisti. Bu ofisler daha sonraki ofislerimize göre küçük olmakla beraber, bilgisayar kullanarak yaptığımız akademik çalışmalarımız açısından değerlendirdiğimizde, bu binada olmak önemli bir avantaj sayılabilirdi.

Sistem odası dediğimiz klimalı orta salonda yer alan ve bugünkü sistemlerle kıyaslandığında, dev boyutlardaki bilgisayar birimleri, UNIVAC 1106 sisteminin parçalarıydı. Alt katta ise veri girişi için kullandığımız bilgisayar kart delme makinaları ve veri okutma ve bilgisayar çıktılarını aldığımız bölümler vardı.

Artık tarihe karışmış ve ancak bilgisayar müzelerinde görülebilecek kart delme makinalarını, lisans öğrencilik yıllarımda (1969-1973) ben de kullanmıştım. Program kodlarını ve verileri girdiğimiz, delikli kartlar (punch card) 80 kolonluk, 18.7 cm x 8.3 cm boyutlarında karton kartlardı. Bu kartlarda depolanan program ve veriler, 1000 kartlık kutularda saklanırdı. Araştırmacı programını çalıştıracağı zaman, bu karton kutular içinde kartları Bilgi İşlem merkezine getirerek, program ve verileri bilgisayara okuturdu. Kartları taşırken, çok ender de olsa, kazara dökülmesi ciddi sıkıntılar yaratırdı. Kartların sırası bozulduğunda yeniden sıralamak ve uzun mesafe taşımak zorunda kalan şanssız kişilerden olmayı istemezdik.

Ekonomik durum açısından da, o günler Türkiye için kriz yıllarıydı. 1980 yılında enflasyon oranı %100 ün üzerinde gerçekleşmişti. Tüketim malları karaborsaya düşmüş, ülkede siyasi sorunlara kıtlık da eklenmişti. Pek çok temel tüketim maddesi karaborsaya düşmüştü. Benzini aylık 20 litreyi geçmemek koşuluyla karneyle alıyorduk.

Ekonomik krizden delikli kartlar da nasibini almış ve zor bulunur olmuştu. O günlerde kart stokum bitmiş ve nasıl temin edeceğimi düşünmekteydim. O sıkıntılı dönemde, Sekreterlikte benim adıma iki kutu kart bulduğumda, altın bulmuş gibi sevindiğimi hatırlıyorum. Bölüm Başkanımız, her öğretim üyesi için iki kutu kartı sekreterlik kanalıyla bizlere dağıtmıştı. Bilgisayar kart krizinin sonlanması, Bölüm Hocaları için güzel bir yılbaşı hediyesi olmuştu.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


Doktora Tez Hocam, 1980

Endüstri Mühendisliğinin ilk doktora öğrencisi olarak mezun olmamda İbrahim Bey’in önemli rolü olmuştur. O dönemdeki şartlarımla yurt dışında doktora yapmam söz konusu değildi. Ancak Endüstri Mühendisliği Bölümü kurucusu Erkut Yüceoğlu’nun zaman içerisinde doktora programı açmak niyeti ve bende de heves olunca, doktoraya başladım. İbrahim Bey, Erkut Bey ile beraber iki doktora tez hocamdan biriydi. Tez çalışmalarımda geliştirdiğim algoritmaların Türkiye'nin enerji sistemine bir uygulamasını yapmamı önermişti. Böylece enerji konusuna girmiş oldum ve kariyerim boyunca bu ilgim devam etti…

Gülseren Ünlü İzmir <gul.izmir1 at gmail>


Enerji Tasarrufu, 1980

Sevgili İbrahim Kavrakoğlu ile Boğaziçi senelerinde kampusta beraber olduysak da dostluğumuz okul sonrası gelişti. Ben TSKB'de bir sanayide enerji tasarrufu araştırma projesi yürütüyordum ve bu proje için sanayide enerji tasarrufu üzerine bir el kitabı hazırlamıştım. İbrahim Kavrakoğlu'na bu kitabı hediye etmem sırasında tekrar görüştük ve bu konuda beraber bir günlük bir konferans düzenlemeye karar verdik. Onun liderliğinde ve TSKB'nin organizasyonunda 6 ay sonra konferansı gerçekleştirdik. İstanbul'un büyük otellerinin birinin toplantı salonunda Kavrakoğlu'nun başkanlığında ve yönetiminde yapılmış geniş katılımlı ve başarılı bir konferans oldu. Sanayi kesiminde konu büyük ilgiyle karşılandı. Konferansın sunum ve konuşmalarını içeren bir yayın da hazırladık ve tüm sanayi sektörüne binlerce kopya olarak ulaştırdık.

Rahatsızlığı sırasında Sevgili Füsun Kavrakoğlu'ndan rica ederek İbrahim Kavrakoğlu'nu ziyarete gittim; 35 yıl önceki bu toplantı ve hazırlıklarından bahsettiğimde hastalığına rağmen detayları hatırladı ve bu konuyu tekrar konuşmaktan memnun oldu. Bu ziyaretimde Füsun Kavrakoğlu'nun İbrahim'e olan sonsuz sevgisine bir kere daha şahit oldum. Nur içinde yatsın.

Metin Ar <metin at metinar.com>


"Kavga Yok, Ödünleşme Var", 1980 Sonu

Hocamın tavsiyesine uyarak doktoradan sonra bir sene daha çalıştım. Memlekete dönüp üniversiteye katılma zamanı gelince küçük bir sorun çıktı. Hangi bölüme girecektim? Lisans derecesini aldığım bölüm mü, doktora derslerinde yoğunlaştığım bölüm mü, yoksa yeni kurulan Endüstri Mühendisliği mi? Her üç bölümde de takdir ettiğim çalışkan hocalarım vardı. Hepsinin olduğu bir toplantıda hangi bölüme gireceğimi sordular. Eyvah, buna nasıl cevap vereyim şimdi! İbrahim Hocam bir çırpıda sorunu çözdü: "Yeniliğe açık ve en hızlı gelişen bölüme girecek elbette." Bu cevap ile konu kapandı, hiçbir dersini almadığım IE bölümünü seçtim...

Boğaziçi'ne girip yukarıda anlatılan dar ofislerde çalışmaya başladım. Çalışma şartları zor, imkanlar çok kısıtlı, ülke kriz geçiriyor. Bir de bunların üstüne, üçüncü hafta falan olmalı, katıldığım ilk Fakülte Kurulunda ağır bir sözlü atışmaya şahit oldum. Yüzümdeki üzgün ifadeyi görünce Hocamın unutulmaz sözleri: "Sen bunları kafaya takma, kavgaya bulaşırsak iş yapamayız."

Ertesi yaz sıcak bir günde hocamı yemekten sonra ofise doğru yürürken gördüm. Gölgelerden faydalanmaya azami dikkat gösteriyordu. "Hocam, en ufak bir gölgeyi kaçırmadınız" dedim. "Azizim, hayat bir trade-off sanatıdır. En kısa yoldan gidersen güneşte yanarsın. Hep gölgede kalayım dersen yolun uzar, belki de hedefe varamazsın. Amaç, yolu çok uzatmadan önüne çıkan gölgeleri kullanmaktır. Endüstri Mühendisliği de bu ilkelerin akıllıca uygulamasıdır."

Akif Eyler <akif.eyler at gmail>


Gündoğan'da Tatil, Ağustos 1981

Amerika’dan Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşümün ikinci yılıydı ve dönem bitmiş tatil ayları başlamıştı. O yaz Kuşadası’nda kuzenimin yazlığında bir hafta kadar kalmayı planlıyordum. Bölüm Başkanımız İbrahim Hoca, izin dilekçesinde tatil süresinin kısalığını görünce, hiç beklemediğim bir öneri yaptı. Bodrum civarında küçük bir evi olduğunu, o tarihlerde kullanmayacağını, istersem orada da kalabileceğimi söyledi. Bodrum’a 25 km kadar uzaklıkta, şehir yaşamından uzak, Gündoğan’daki taş evde geçireceğim bir kaç gün çok çekici gelmişti. Hocamızın teklifini teşekkür ederek kabul ettim. Eski adı Farilya olan Gündoğan’ın o yıllarda doğru dürüst yolu bile yoktu, turistik oteller henüz yapılmamıştı. Son derece sevimli ve sakin bir yerleşim beldesine gelmiştim. Gündoğan’ın girişinde İbrahim Hocanın bahsettiği bir köy kahvesi vardı. Biraz ilerde de söylediği gibi caminin hemen yanında, bahçe içerisinde şirin iki odalı bir rum evi beni bekliyordu. Duvarlar kalın ve pencereler küçük olması nedeniyle, içerisi yaz sıcağından etkilenmiyordu. Evin hemen önünden girilen tertemiz denizde küçük balıklarla beraber yüzmek ayrı bir keyifti. Bu cennet koy, güneşin doğuşu anlamına gelen Farilya ismini fazlasıyla hak etmişti. Şahane denizin yanı sıra, güneşin doğuşu ve batışı insanı büyüleyen anlardı. İbrahim hocama sonsuz teşekkürler. Bana hayal etmesi güç, son derece sakin ve dinlendirici bir tatili yaşama fırsatı vermişti.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


Eğitimde İvme, 1981

1981 yılında BÜ Kimya Mühendisliğini kazandığımda, İbrahim hoca Endüstri Mühendisliği Bölüm Başkanıydı. Amacım ikinci sömester'den itibaren Endüstri bölümüne geçmekti. Dediler ki İbrahim hocaya gideceksin.. Gittim.. "Evlat" dedi, "Bize talep çok, biz de çok iyileri seçiyoruz, min 3.50 yapabilirsen Bölüm Kurulunda düşünebiliriz." dedi.. Gittim çalıştım, 3-4 ay sonra 3.51 ile geldim yine hocanın karşısına... "Ulen tühh namussuz, keşke 3.80 diyeydim!"... Nur ol hocam, sayende ivme verdiğin eğitimimi, istediğim mesleği seçerek geliştirdim. Ruhun şad olsun..

Salih Arıman <sariman at sabanciuniv.edu>


Lider, Sevecen, Babacan ve Yenilikçi Bir Hoca, 1981

Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümünün ilk mezunlarını verdiği ancak mesleğin geleceği ile ilgili hem beklentilerin hem de endişelerin çok üst düzey olduğu bir dönemde, 1981 yılında Robert Kolej sonrasında bölüme girmeye hak kazanmıştım. Artık üniversite giriş puanı yüksek bir bölümün öğrencisiydim ama mesleğin gerek tam olarak ne olduğu, gerekse de geleceği ile ilgili sorgulamalarım devam ediyordu. İşte tam o dönemde; lider, sevecen, babacan ve yenilikçi kişiliği ile İbrahim Hoca hepimizi ziyadesiyle etkilemiş ve kariyer yolumuzun açık olduğuna bizleri ikna etmişti.

O zamanlar görece çok yeni olan; verimlilik, inovasyon, değişim yönetimi, toplam kalite yönetimi, e-öğrenme, enerji sistemleri, sinerji yönetimi, stratejik planlama, liderlik, mühendislik ekonomisi, sistem yaklaşımı, matematiksel modelleme, yatırım kararları, çok ölçütlü karar verme, üretim planlama, bilgi teknolojisi, rekabet stratejisi, performans yönetimi, paradigma değişimi, petrol fiyatlarının öngörüsü, ekonomik istikrar, vergi reformu, enerji politikası, öğrenen örgüt yapısı, kriz yönetimi, ISO 9000, konut sorunu gibi çok çeşitli makro ve mikro konulardaki çözüm odaklı çalışmaları ile bizlere Endüstri Mühendisliğinin “uygulamalı ve çözüm odaklı” bir mühendislik dalı olduğu fikrini ilk aşılayan İbrahim Kavrakoğlu Hocamızdır.

Aklımda kalan bir başka husus ise; yine aynı dönemde üniversitemizde idari sorumlulukları da bulunan ve Endüstri Mühendisliği bölüm başkanı olan İbrahim Hoca, bölümümüzü şimdiki BÜ Mezunlar Derneği’nin (BÜMED) oradaki beyaz villaya taşımış ve bizlere çok ayrıcalıklı bir bölümün ve çok değerli hocaların birer öğrencisi olduğumuzu hissettirmişti.

Özetle, bizler bir endüstri mühendisinin her daim değişime açık, inovatif doğalı ve çok yönlü bir mühendis/yönetici olması gerektiği fikrini İbrahim Hocamızın önderliğinde öğrendik.

Bizlere kattığı tüm güzel değerler için minnettarım.

Luiz Levi Özsarfati <luiz.ozsarfati at hatempaper.com>


Tez Hocası, 1981

İbrahim Hoca benim hem hocamdı, hem de master tezinde tez danışmanımdı. Endüstri Mühendisliğinin ana omurgasını ve makro analizi ben ondan öğrendim. İlk hatırladığım termik santral ziyaretidir. Termik santralin verimliliği üzerine bir fabrika gezisi olmuştu. Bilgisayar Merkezinin kuruluşunda ve yenilenmesinde de çok emeği geçmişti. Tez çalışmalarım sırasında da o kadar işine rağmen bana hep zaman ayırmıştı. Allah rahmeti ile muamele etsin.

H. Murat Mercan <mercan.hm at gmail>


Nice Mutlu Yıllara, 1982 Başı

Endüstri Mühendisliği Bölümü 1981 yılında Güney Yerleşkede 8 No’lu lojmana (Barnum House) taşınmıştı. Bodrum ve çatı kat dahil dört katlı, kocaman bir bahçe içinde şirin bir evdi. Giriş katında en solda Sekreterlik, karşıda İbrahim Beyin Bölüm Başkanlığı Odası, yanında Başkan Yardımcımız Gündüz Hocanın odası ve sağda çay-kahve odası olarak kullandığımız mutfak vardı. Diğer öğretim üyelerinin odaları üst kattaydı. Asistanların odaları ise çatı katındaydı. Bodrum katında binamızın ve bahçemizin bakımını yapan Abdullah Yetim ve ailesi oturmaktaydı. Lojman 8, 1900’lü yılların başlarında hocalara tahsis edilen evler arasında inşa edilmiş ve ilk oturan Matematik Bölüm Başkanı Harry Huntington Barnum’un ismiyle anılmaktaydı. Yer sıkıntısı nedeniyle bir süre için ofis alanı olarak Endüstri Mühendisliğinin kullanımına verilmişti.

8 No’lu Lojman (Barnum House)
Benim odam Sekreterliğin hemen üzerinde bahçeye bakan oldukça geniş bir odaydı. Ofis masamın hemen yanındaki pencereden dalları içeriye sarkan erik ağacını ve pencereye konan kuşları unutmam mümkün değil. Endüstri Mühendisliği hocaları 1981-1984 yılları arasında, kocaman bir aile gibi bu cennet yerleşimde büyük bir keyifle yaşadık ve bazı akşamlar geç vakitlere kadar ofislerimizde çalıştık. Mesai sonrası kaldığım bir akşam, İbrahim Hoca Füsun Hanımla birlikte üst kata geldi. Hocamızın 41. yaşını “Nice mutlu yıllara, İbrahim Abi” diyerek beraber kutlamıştık.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


Muhteşem Bir İnsan, Harika Bir Hoca, İyi Bir Yönetici, 1982

İbrahim Kavrakoğlu Hoca, Robert Kolej’de geçirdiğim tek yılda (1969-70) Mühendislik Grafiği dersinde hocam olmuştu. Onu o dersteki esnek, sevecen, öğrencinin nabzını iyi tutan, ama her zaman kararlı tutumu ile hep hatırlayacağım.

6 yıl sonra, 1976 sonbaharında, artık Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşmüş olan kampüse öğretim elemanı olarak geri döndüğümde, Endüstri Mühendisliği (EM) Bölümü Başkanımız İbrahim Hoca idi. O tarihten sonra, kendisi Şişecam’a yönetici olarak geçinceye kadar, Bölüm’e iyi bir lider oldu; O’nu her zaman demokratik, yumuşak, yol gösterici, ne istediğini bilen, ikna kabiliyeti yüksek, sıra dışı (out of the box) düşünen bir meslektaş ve yönetici olarak gördüm. Bölümümüz onun zamanında ilk büyük projelerini aldı; Başbakanımız “bu memlekete plan değil pilav lazım” derken, İbrahim Hoca Türkiye’nin ilk enerji modelini ve planlamasını yapmaktaydı.

İbrahim Hoca’nın EM diploması yoktu; ancak, verimlilik, planlama, sistem yaklaşımı, yaratıcı düşünce, modelleme, iyi çözüm odaklı davranış gibi temel EM kavramlarına son derece hakimdi.

O’nun zamanında, Boğaziçi’nin kronik yer sıkışıklığı içinde, Bölümümüz sıra dışı bir mekana, bir lojman binasına (Mezunlar Derneği(BÜMED) binasının karşısındaki lojman) taşındı. Bu ağaçlar ve çiçekler arasındaki sıra dışı mekan “sanki bir köy ortamında” çalışıyormuş hissini verirken, Bölüm’ün entegrasyonunu güçlendirdi, büyümesine imkan sağladı.

İbrahim Hoca’nın Rektör Yardımcılığı görevi de hem Bölüm, hem Fakülte, hem de Üniversite için çok iyi bir şans oldu: Dışarıdan gelen ve Üniversite’yi hiç tanımayan bir rektörle Üniversite arasında çok iyi bir “interface” oldu (tabii bu arada kendisinden çok şey vererek ve sıkıntı çekerek).

İbrahim Hoca, Üniversite’den ayrılarak Şişecam’a geçtikten sonra da, iki kurum arasında tetiklediği ortak araştırma projeleri, eğitim seminerleri, tez çalışmaları, staj imkanları gibi faaliyetlerle de, Bölüm’e ve Üniversite’ye büyük katkılarda bulundu.

Allah rahmet eylesin.

İlhan Or <or at boun.edu.tr>


Risk Altında Karar Verme, 1982

İbrahim Kavrakoğlu’nun Mühendislik Ekonomisi dersinde verdiği bir örnek, hayatımda aldığım neredeyse her kararda bana örnek oldu. Her zaman karşılaştığım problemlerde çok yönlü ve bütünsel bakmaya çalışarak, ikinci veya üçüncü bir parametre, sonucu nasıl etkiler diye düşünmeye çalışıyorum. Şöyle ki bize derste 1000 TL paramız olduğunu varsaymamızı ve bunu 2 farklı alternatife göre değerlendirmemiz konusunda şöyle bir örnek anlatmıştı: Birinci alternatif Kastelli, yıllık faiz oranı % 100. İkinci alternatif Ziraat Bankası, yıllık faiz oranı %10. Bu örneklere göre birinci alternatifte yıl sonunda paramız 2000 TL, ikinci alternatifte sadece 1100 TL oluyordu. Cazip olan tartışmasız birinci alternatifti. Sonra bu hesaba ikinci bir parametre ekledi ve dedi ki birinci alternatifte paranızı geri alma ihtimali %10, ikincisinde ise %100. Bu parametreyi uygulayınca, birinci alternatifte geri almayı beklediğimiz tutar 200 TL oldu. İkinci alternatif ise çok daha yüksek bir tutar olan 1100 TL de kaldı.

Bu dersi almamın üzerinden 30 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen hala dün gibi hatırlıyorum ve çevremde tanıdığım herkese ilk fırsatta anlatıyorum. Sayın Kavrakoğlu'na Allah’tan rahmet diliyorum.

Metin Bağcı <metin.bagci at bilmed.com.tr>


Karizmatik Hoca, 1982

Sevgili İbrahim Hocamız, bölümde tanıştığım ilk hocalarımdan biridir. Matematik Bölümünden geçiş yaptıktan sonra, kendisi bana danışmanlık yapmış ve Endüstri Mühendisliği’nde alacağım dersler konusunda yardımcı olmuştu. Bu arada, bir dersimize katılarak enerji konusundaki araştırmalarını anlattığını hatırlıyorum. Bölümde asistan olarak çalışmaya başladıktan sonra, koordinatörlüğünü yaptığı lisansüstü seminer dersinde kendisinin yardımcılığını yapmıştım. İbrahim Hoca’yı tek bir kelimeyle anlatmam istenirse, ona en çok yakışan sıfatın “karizmatik” olduğuna inanıyorum. Benim okuduğum yıllardaki Boğaziçi Üniversitesi’nin dokusuna çok yakışan ve eski Robert Kolej geleneğini devam ettiren bir insandı bana göre. Kendisini tanımış ve birlikte çalışmış olmaktan dolayı gurur duyuyorum.

Tülin Aktin <t.aktin at iku.edu.tr>


İbo Bey, 1982

Bir gün İbrahim’le sohbet ederken, problem çözmek üzerine bir çalışma yaptığından bahsetti ve konunun psikolojik yönlerini de ele almak istediğini belirtti. Nispeten kısa bir bibliyografik liste çıkarıp İbrahim’e gönderdim. Birkaç gün sonra buluştuk, beraber benim listeye baktık, konuştukça anladım ki İbrahim benim liste eline geçmeden kaynakların çoğunu bulmuş ve okumuş. Şaşırdım doğrusu, ama sonra biraz düşününce doğal geldi. - İbrahim her önüne gelen konuyu her yönüyle anlamak isteyen bir adamdı; alakasız görünen şeyleri de rahatlıkla bir araya koyabilirdi. Okulda çocukların ona taktıkları isim, ”İbo Bey” de bunu yansıtıyor, hem “İbo” idi hem de “Bey”.

Nur içinde yatsın İbo Bey.

Hamit Fişek <fisek at boun.edu.tr>


Berkeley, 1982 Sonu

İbrahim Hoca Berkeley'i ziyaret ederken onunla biraz çalışmıştık, enerji ekonomi sistemleri... Bir gün durup dururken hoca "Keşke psikolog olsaydım." der. Bu nereden çıktı? "Sosyal bir yerde, insanlar kendi anladıkları konuları konuşmak istiyorlar, mühendisim deyince konuyu açmaya teşebbüs bile etmiyorlar."

Mahmut Karayel <mahmutkarayel at yahoo>

Yöneticilik Anıları (1983-1994)


Boğaziçi, 1983

1982 yılında NATO bursu ile Lancaster University'ye araştırma yapmaya gitmiştim. Ben orada iken İbrahim Rektör Yardımcısı oldu. Bana yazdığı mektupta bilgi veriyor, bir an önce dönmemi, çok güzel işler yapacağımızı söylüyordu. Büyük bir şevkle işe koyulmuştu. Gerçekten de güzel şeyler yapmak için çaba harcıyordu. Yapmak istediği projelerden birisi de bilişim teknolojisini eğitimde kullanmaktı. İbrahim'in vizyonu bilgisayarları eğitime mümkün olduğunca sokmak idi. Örneğin, bir takım laboratuvar deneylerinin ekrana aktarılması ile; yani öğrencinin deneyleri ekranda gerçekleştireceği bir düzen oluşturulması ile eğitimin verimliliğinin ve etkinliğinin artırılabileceği düşüncesinde idi. Bir Amerikan bilgisayar firması ile temas halinde idi. Firmanın ismini anımsamıyorum, belki CDC. Hızlı ancak çöküş riski yüksek bilgisayar olarak biliniyordu. Firma Boğaziçi Üniversitesine girmek istiyordu. Başkan Yardımcısı bu amaçla İstanbul'a gelmişti. Bir akşam Başkan Yardımcısı, firmanın Türkiye temsilcisi ve İbrahim ile birlikte çıktığımız yemekte Başkan Yardımcısının İbrahim'in vizyonunu samimiyetle paylaştığını ve yakın bir işbirliğinin mümkün olabileceğini görmüştüm. Ancak o dönemde çevresini ikna etmesi zordu, hem de çok zor. Türkiye'de o dönem mevcut anlayışın, kavrayışın ötesinde bir şeyler söylüyordu. Çeşitli nedenlerle Rektör Yardımcılığı görevi erken sona erince bu projesi yarım kaldı. Yıllar sonra kişisel projesi olarak ve kendi olanakları ile başarı ile uygulamaya koyacağı, e-MBA programı ve diğer dersler kim bilir belki de o yıllardan kalan bir düşüncenin yeniden filizlenmesi idi.

Gündüz Ulusoy <gunduz at sabanciuniv.edu>


Karmaşık Problemlerin Etkin Çözümü, 1983

Anıya geçmeden önce, akademik yaşamım boyunca sıkça vurguladığımız iki görüşü hatırlatmak istiyorum. Birincisi, akademik arzu ve bu arzuyu nasıl tatmin ettiğimiz hakkında. Örneğin yöneylem araştırmacıları için önemli bir akademik arzu, gerçek yaşam problemleri için model kurup çözüm üretmek ve bu çözümün uygulanmasıdır diyebiliriz. İkinci görüş ise, iş dünyası tarafından dillendirilen ve Üniversite-Sanayi işbirliğinin gelişmesinde ciddi bir engel olarak hatırlatılan sorun çözmede akademik yavaşlık konusu. Başka bir deyişle, iş dünyasının çoğunlukla hızlı çözüm istediği ve akademik çalışmaların bu hıza ayak uyduramayıp yavaş kaldığının söylenmesi. Burada özetleyeceğim anı ise, İbrahim Kavrakoğlu’nun önderliğinde etkili bir takım çalışmasıyla, akademik yavaşlığı ortadan kaldıran ve akademik mutluluğu artıran bir başarı öyküsüyle ilgilidir.

1982 Aralık ayı, Bölüm Başkanımız İbrahim Kavrakoğlu’nun odasındayım. Kendisi “Toplu Konut Projesi” girişiminden bahsederek, 1983’ün ilk aylarında başlayacak çalışmada, benim de yer almamı istedi. İstanbul Sanayi Odasının desteğiyle yürüteceğimiz projede, Türkiye’nin önemli bir sosyo-ekonomik sorunu olan konut sektörünü sistemik bir bakış açısıyla inceleyecek ve karar vericiler için çözüm önerileri geliştirecektik. İbrahim Hocamız, kendisiyle beraber, Endüstri Mühendisliği Bölümünden Süleyman Özekici ve ben, Ekonomi Bölümünden Süleyman Özmucur ve Üniversite dışından da Güniz Taner’den oluşan beş kişilik disiplinlerarası bir proje ekibi düşünmüştü.

Öncelikle mevcut durumun sistemik bir fotoğrafı çekilecek ve konut sorununun boyutları incelenecekti. Konut arz ve talebinde giderek büyüyen açıklığın nasıl önleneceği, konut üretiminin nasıl teşvik edileceği, teknolojik seçenekler, finansmanın nasıl sağlanacağı, konut kredisi için kaynaklar, devletin rolünün ne olacağı gibi çok boyutlu bir sistem problemiyle karşı karşıyaydık. Hiç birimizin konut sektörüyle ilgili kapsamlı bir çalışması yoktu. Çalışmanın çok kısa zamanda tamamlanıp sunulması istenmekteydi.

İbrahim Hoca, projenin başarısı için, etkili bir iş bölümü ve konuyla ilgili uzmanlarla yoğun bir görüşme planı düşünmekteydi. Onun bakış açısıyla, iyi bir planlama, etkili bir takım çalışması ve hızlı bir çalışma temposuyla, projeden başarılı sonuçlar elde edebilirdik. Bizlerin yöneylem araştırma altyapımız ve bilgi birikimimiz, uzman görüşmelerinden elde edilen deneyim ve bilgilerle bütünleşecek ve proje başarısını getirecekti. Bu inançla, bizlerin motivasyonunu yükseltti.

Nitekim proje kapsamında, daha önceki çalışmaların ışığında, 200 kadar uzman kişinin görüşü alındı. Çeşitli senaryo analizleri üretildi ve bilgisayar ortamında denendi. 1983 Haziran ayına gelindiğinde proje tamamlanmıştı. İbrahim Hoca, proje raporunun İstanbul Sanayi Odası Araştırma Dairesi tarafından 5000 adet basıldığını ve hükümete de sunulduğu bilgisini bizlerle paylaştı. Uzman görüşlerine dayalı olarak ve senaryo analizleriyle destekleyerek oluşturulan somut öneriler, mevzuata da yansıyacaktı. Proje ekibi olarak çok mutlu olmuştuk. İbrahim Hocanın önderliğinde, kısa zamanda konut sektörünün dönüşümüne katkı sağlamıştık. Arkadaşlar, ne zaman akademik çalışmaların yavaşlığından bahsetse, İbrahim Hocamızı ve toplu konut projemizi hatırlarım.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


Lotus 1-2-3, 1983

İbrahim Hocanın belki de bana öğrettiği en önemli şey "bilimi bilim için değil insanlık için yapmak" gerektiğiydi. Bu konuda sonradan tatlı bir sohbet yapmıştık. Ben o zaman teoriye daha meraklıydım. Sonunda “Teorinin faydası sonradan belli oluyor, halbuki Türkiye’nin bu kadar zamanı yok, çok gerideyiz” diye uzlaşıp çalışmaya başlamıştık. Konu enerji ekonomi sistemleri, yer Berkeley, 1983 başı galiba.

İbrahim Hocanın ofisinde buluşuyoruz. Kullanılmış fotokopi kâğıdının beyaz arka yüzü itinayla masaya konuyor, üzerine sistemler çiziliyor, denklemler yazılıyor. Sonra ben Fortran’la bunları kodlayıp iki üç gün sonra sonuçlara bakıyoruz. İbrahim Hoca biz burada konuşurken ırmaklarımız boşa akıyor diyerek olayı hızlandırmaya çalışıyor. Ben o zaman LBL Enerji Laboratuvarı'nda güneş enerjicilerin istatistik problemlerini çözmek için asistanlık yapıyorum. Evet o zaman ABD’de güneş enerjisi araştırması yapılıyordu, Reagan bütçeyi sıfırlamadan öncesi. Her türlü mainframe bilgisayar kaynağım var ama sistem Nükleer Fizikçiler için kurulmuş, bizim gibi sabırsız araştırmacılara uymuyor, batch process çalışıyoruz.

Bir gün hoca, “Fakülte toplantısında birisi 'Lotus 1-2-3 diye bir şey çıktı, devrim yapacak' dedi, sen biliyor musun?” diye sordu. Bilmiyorum valla, ama araştırayım dedim. Neyse, ben de bu vesileyle Enerji Laboratuvarı'na herhalde Lotus’un ilk kopyalarından birini aldırtıp benim Fortran ile yaptığım simülasyonları anında yapmaya başladık. Nükleer Fizikçiler çok sonradan spreadsheet diye bir şey olduğunun farkına vardılar. Birçok denemeyi önce spreadsheet’te yapmaya başladık.

Irmaklarımız daha fazla boşa akmayacaktı!

Mahmut Karayel <mahmutkarayel at altabering.com>


Uzun Sıcak Bir Yaz, 1983

Üç tane (biri ben) şaşkın, henüz ne yoldan gitmesi gerektiğine karar verememiş, teoriden çok deneme-yanılmayı seven çocuk okulun bitiminde hocanın odasına çağrıldılar. Hocamız yeni rektör yardımcısı olmuştu. Derslerden ve ders dışı onca sohbetten hocamızı tanıyorduk ama o günkü dalgın bakışlarından onun için de zorlu bir süreç başladığını anlamıştık. Doğrudan konuya girdi: “Bu yaz benimle kalın ve projelere yardım edin, stajınıza sayarız süreyi.” Büyük bir coşku ile kabul ettik. Sanıyorum hepimizin kafasındaki aynı idi: “Bize ders türü projeler verecek, onca iş arasında görüşme zamanı bulduğumuzda da geliştirdiğimiz yaklaşımları düzeltip iyileştirme tavsiyeleri alacağız.” Bir hafta sonra üçümüz de rektör yardımcısının “yardımcıları” olarak sahadaydık. Bize yaptırdıklarına inanamıyorduk, çünkü bize yaptırdıkları da bizi yönetiş şekli de okulun yetkili bürokratlarından farklı değildi. Bir hafta “okula yüzme havuzu ve sosyal tesis yapacağız, gidin en uygun yerlerin listesini yapın” komutu aldık. Okulu arşınlamayı seven üç yaramaz çocuğun her yere girip çıkmak için iyi bir bahanesi olmuştu. Bebek kapısından girip yukarı yürümeye başladığımız bir akşam vakti “aklın yolu birdir” teorisinin sayısız kanıtlarından birine rastladık. Ertesi sabah baskın yapar gibi odasına dalmıştık ve yaramaz çocukların tuttururcasına babasından bir şey istediği gibi kapının hemen yukarısındaki küçük düzlüğün projeye ne kadar uygun olduğunu anlatıyorduk. Tahmin ediyorum fikir bizim değildi. Kendisi dahil bir sürü insan da aynı yerin en iyi aday olduğunu düşünüyordu. Yüzünde muzip bir gülümseme ile gelişmekte olan fikrin doğrulamalarından birini daha dinliyor gibi idi. Biz coşkulu idik ama o gün hiçbirimizin bu projenin hayata geçme olasılığının sıfırdan daha yukarıda olduğunu düşündüğünü sanmıyorum.

Sonraki hafta yeni bir komut geldi: “Okulun sonbahar ders programını siz yapacaksınız.” Ondan sonraki ayı birimizin evinin bir odasının tabanını tamamen kaplayan, bir sürü A4 kağıdının birbirine yapıştırılması ile oluşturulmuş dev bir ders programı tablosu ile geçirdik. Kayıt İşleri ve bölümler arasında dolaşarak programı eniyilemek için zorunlu kısıtları toplamaya çalışıyorduk ama bizi pek ciddiye almadıklarından zorlanıyorduk ve her seferinde odasına dalıp yaramaz çocuklar gibi şikâyet ediyorduk. Her şikâyet sabırla dinleniyor ve sorunun çözülmesi için muhatap kimse bizzat telefonla aranıyordu. Bu kadar gözleme rağmen hiçbirimizin yaptığımız işin akademik egzersiz ötesine geçeceğini düşündüğünü sanmıyorum. Okul başlamadan bir hafta önce bizim artık oradan oraya sürüklenmekten paçavraya dönmüş dev tablomuz dönemin ders programı olarak kitaplaşmış idi. Onca aksayan noktaya ve unuttuğumuz kısıta rağmen okulun ders programı bizim yaptığımız oldu. Okul başlamadan önce yaşayabileceğimiz felaketleri fark edip yine odasına daldım: “Hocam galiba bölümler bize bir sürü kısıtı söylememişler, bir sürü şikayet duyuyoruz.” Yüzünde aynı muzip gülümseme vardı: “Size vereceğim hiçbir ders yaşayarak öğrenmenizi sağlayacaklarımdan önemli değildir.” Biz hiçbir dersinizi unutmadık hocam. Yokluğunuza alışabileceğimizi de düşünmüyoruz.

Turgay Aytaç <turgay.aytac at gmail>


Spider Araba, İyimser, Katılımcı, Çözüm Odaklı, 1983

İbrahim Hocamızı düşününce aklıma ilk gelen, basamaklarda otururken önümüzden Spider arabasında muzip bakışı ile farlarını yakıp söndürerek bizi selamlamasıyla geçmesi. Hocamızla yakın tanışmamız Turgay'ın da yazdığı '83 yaz stajında olmuştu. Rektör yardımcısı olarak bizlere verdiği öz güven, otoriter öğretmen-öğrenci ilişkisinin çok ötesinde arkadaşça yaklaşımı, sorunlara iyimser bakış açısı, kapısının her zaman açık oluşu, sürekli geleceğe odaklı yaklaşımı hayat boyu taşıdığım ve aşılamaya çalıştığım değerler olarak kaldı bende.

Murat Sönmez <muratksonmez at gmail>


Üniversitenin Ders Çizelgesi, 1983

İbrahim Bey'i üç ofisinde çalışırken izledim. Sadece bana ait hayal meyal aklımda kalanlar, başka şahidi yok. Birinci hatıram, Rektörlük Binasında, kocaman bir masaya yayılmış kağıtları inceliyordu. Yakından bakınca, üniversitenin ders çizelgesi üstünde çalıştığını anladım. Hayran kaldım, "Rektör yardımcısı neden bu ayrıntıya iner?" diye aklımdan geçti. O günkü konuşmamızda sorumun cevabını buldum: Elle yapması çok zor bir işi otomasyona çevirmek istiyordu. Yapılan işi ayrıntılı inceleyip zorlukları not ediyordu. [1993'de devam edecek]

Erol Inelmen <inelmen at boun.edu.tr>


Mükemmel Bir Yönetici, 1983 Sonu

Mezuniyet sonrası yurt dışında Endüstri Mühendisliği alanında doktora yaptıktan sonra 1979 yılında Türkiye'ye dönmeye karar verdiğimde İbrahim Hocam ile yine karşılaştık. Bu sefer Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölüm Başkanı olarak benimle görüştü. Başka hiçbir üniversite ile görüşmeye gerek kalmadan beni hemen Boğaziçi'ne, bu sefer hoca olarak, geri dönmeye ikna etmesi hiç zor olmadı. Makine Mühendisliği Bölümü öğrencisiyken hocam olan İbrahim Bey artık Endüstri Mühendisliği Bölümü hocası olarak beni işe alan patronum olmuştu. Ama doğrusunu söylemek gerekir ise kendisini bir gün bile "patronum" olarak görmedim, o da zaten bunu kimseye hissettirmezdi. Bölümün bir takım olarak işbirliği içinde çalışmasını sağlardı, ki bu anlayış kendi ayrıldıktan sonra da hep devam etmiştir. İbrahim Hoca derslerde ve araştırmada başarılarına ek olarak mükemmel bir yönetici olduğunu da gösterdi bana. Üniversiteden ayrıldıktan sonra bu yeteneğini Şişe Cam grubunda üst düzey profesyonel yönetici olarak çalışarak sergiledi.

İbrahim Hocanın ilgisini Türkiye'nin sosyo-ekonomik sorunları her zaman çekmiştir. Hatta bu konulara doktorası olduğu Makine Mühendisliği alanından çok daha fazla ağırlık vermiştir. Bu bağlamda da İbrahim Hoca ile çalışma fırsatım oldu. İşe başladığımdan kısa bir süre sonra İbrahim Hoca İstanbul Ticaret Odası tarafından desteklenen bir proje aldı ve beni de beş araştırmacıdan oluşan proje ekibine dahil etti. Projenin konusu Türkiye'nin konut sorunu idi ve oldukça kısa bir zamanda soruna çözüm önerilerini içeren bir rapor hazırladık. İbrahim Hocanın planladığı iş bölümüne uygun olarak sorunu sosyal, ekonomik, finansal ve diğer yönleriyle inceledik ve öneriler geliştirdik. Ben iş planına uygun olarak daha çok finansal konulara ağırlık vermiştim, yaptığımız simülasyon mevcut sistemin işlemeyeceğini açıkça gösteriyordu. Sonunda önerilerimizi içeren kapsamlı bir rapor hazırladık ve bu çalışma hükümete iletildi. Daha sonra bu araştırmadan bir bilimsel makale yazdık. Böylece benim de İbrahim Hoca ile ortak yazarlarında olduğum bir makale yönetim uygulamaları alanında saygın Interfaces dergisinde yayınlandı. Hocam ve patronun olan İbrahim Bey şimdi de proje yöneticim ve ortak yazarım olmuştu. İbrahim Hocanın başarılı yönetimi sonucu yapılan bu çalışma daha sonra alanımızda saygın uluslararası Franz Edelman Management Science Achievement ödül yarışmasında finalist oldu.

İbrahim Hoca üniversiteden ayrıldıktan sonra da bölümle ilişkisini tamamen kesmedi ve gönüllü olarak part-time ders vermeye devam etti. Bu süre içinde yine yollarımız kesişti. Bölüm Başkanı olduğum bir zaman diliminde bize seçmeli olarak Toplam Kalite Yönetimi dersi verirdi. Haftada bir gün üniversiteye gelip dersini veriyordu ve bu şekilde de gönüllü olarak bize çok önemli katkılar verdi. Uygulamaya yönelik olarak verdiği bu dersler öğrenciler tarafından çok ilgi görürdü. Ne zaman bize seçmeli ders vermesi konusunda ricada bulunsam, hiç tereddüt etmeden kabul ederdi. İbrahim Hocamın çok yönlülüğü ve yönetime ilgisi bu sefer kalite alanına kaymıştı. Türkiye'de kalite bilincinin yayılmasına ve toplam kalite yönetimi konusunda da çok önemli katkılar yaptı.

Suleyman Özekici <sozekici at ku.edu.tr>


Akademik Balayı, 1984

Evliliğe ilk adımı 29 Aralık 1983 Perşembe günü öğleden sonra Beşiktaş Evlendirme Dairesinde atmıştım. Eşim Canan’ın nikah şahidi yakın akrabası Prof. Dr. Vahit Turhan idi. Benim şahidim ise, sevgili İbrahim Hocamdı. Yılbaşı tatiliyle birleşen ve Bursa Çelik Palas Otelinde geçirdiğimiz 3 günlük balayı tatili sonrasında, Üniversite’ye döndüğümde İbrahim Hocayla ilk karşılaşmamızı hep hatırlarım. Benim için düşlerimi süsleyen bir fırsat kapısı bu görüşmede açılmıştı.

Sohbet arasında, balayı tatili yanı sıra, Canan’la gelecekte düşündüğümüz tatillerden de bahsediyordum. Benim için liste başında Viyana ve Salzburg vardı. Robert Akademi Lise 2. sınıf öğrencisiyken 1968 Bahar Tatilinde gittiğim bu şehirlerden unutulmaz anılarım vardı.

İbrahim Hoca, Salzburg şehrini duyunca, kendisine yeni gelmiş bir broşürü masasının üzerinden bulup bana uzatarak, “İlgilenirsen yarın konuşalım.” dedi. Broşür Salzburg’da bir şatoda (Schloss Leopoldskron) Harvard Üniversitesinin desteğiyle düzenlenen seminerlerin 1984 programını içermekteydi. Ağırlıklı olarak sosyal bilimcilerin katıldığı bu seminerlerde, çeşitli küresel sorunlar üzerinde duruluyor, konuyla ilgili fikir önderlerinin ve akademisyenlerin katkılarıyla çalıştay raporları üretiliyordu. 1984 programında yer alan konulardan 228 numaralı seminer ilgimi çekmişti. Seminerde sanayileşmiş ve gelişmekte olan ülkelerin kentsel sorunları üzerinde durulacaktı. Ancak seminer tarihine (5-18 Şubat 1984) bir ay kadar bir süre vardı. Ayrıca kabul edilmek için, daha önce bu seminerlere katılmış bir kişinin yazacağı tavsiye mektubu da önemliydi. Kısacası zamanlama açısından şansım, yok denecek kadar azdı.

Ertesi gün İbrahim Hocayla tekrar buluştuğumuzda, gitmek istediğim semineri belirtirken, şansımın yüksek olmadığını düşündüğümü de söyledim. İbrahim Hoca benimle aynı fikirde değildi. Gülerek, “Rıza, bavulunuzu hazırlamaya başlasanız iyi olur.” dedi. Kendisi daha önce katıldığı için, tavsiye mektubu yazacağını söyledi. Onun başkanlığında yeni tamamladığımız “Konut Sorunu ve Çözüm Önerileri” projesinin de kabul şansımı artıracağını düşünmekteydi. Başvuruyu hemen yaptım. Bir hafta içerisinde olumlu yanıt geldi. Nikah şahidim İbrahim Abinin yüreklendirmesiyle ve desteğiyle, hiç planda olmayan bir akademik balayı tatilini gerçekleştirme fırsatı yakalamıştım. Neşeli Günler (The Sound of Music) müzikal filminin kısmen çekildiği şatoda iki haftalık bir balayı, eşim Canan ve beni bekliyordu.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


Denizcilik, 1984 Yaz

Aynı dönemlerde BÜ'de ders verdik. Sayın hocamız sadece iyi bir hoca değil, çok değerli bir insan ve zekasına hayran olduğumuz kişiliği ile aramızda her zaman en üst düzeyde yer alan bir dostumuzdu.

Denize ve yelkene yatkınlığına örnek, birlikte yelkenli ile Büyükada'nın önünde motorlar bozulunca beni teselli etmek için, o zamanlar yazlıkta oturduğumuz Tuzla'ya kadar yelkenle gideriz diyen, hocalık kadar yelken bilgisi de olan sevgili dostumu hiç unutamam. Müthiş projesi ile ilgilenme fırsatı bulmuş ve elimden geldiği kadar internet üzerinden dershanelere alternatif üniversitelere hazırlık derslerini içeren bu programın tanıtımı için uğraşmıştım ve kendisine bir kez daha ileri görüşü ve zekası için hayranlığımı iletmiştim. Allah mekanını cennet eylesin.

Pınar Bakır <pinarbakir1 at gmail>


Doğrudan Yönetim Kuruluna, 1984

1984 yazında Türkiye'ye döndüğümde "belki İbrahim Hoca beni BÜ'ye alır" diye konuşayım dedim. Babam 18 yaşında cebinde 400 dolarla dünyanın öbür ucuna uğurladığı oğlu on sene sonra geri gelince hala 18 yaşında sanıyor, her yere benimle geliyor; “siz gelmeseniz de olur babacığım” falan diyemiyorum, beraber geziyoruz. Kavrakoğlu ile mülakata da beraber gittik!

Hocayla yarim saat yalnız konuştum. Bölümün kalitesinden bahsetti. O zaman bana "her adamı almıyoruz fazla da heveslenme" der gibi geldiyse de belki de "para parayı çeker" gibiydi. ben de lisans eğitimimden Sümerbank'a borcum olduğunu ama BÜ’de başlamak için çok hevesli olduğumu belirttim. Sonra İbrahim Bey'le ofisten çıktık. Babamın yanına geldi, yarım saat ona Endüstri Mühendisliğinin ne olduğunu anlattı. Çok hoşuma gitmişti, ayrıca benim de faydalandığım bir özetti...

Neyse ben askerlik ve World Bank/Sümerbank Modernization Projesi arasından sonra ertesi yıl BÜ’de başladığımda birinci gün iki sürpriz: 1) Seni Mühendislik Fakültesi Yönetim Kuruluna seçtik, çünkü bu angaryayı burada olan hiç bir Yrd. Doc. kabul etmedi, toplantıda sen yoktun. 2) Sana özel ofis veremiyoruz, Gülay Barbarosoğlu ile aynı ofisi paylaşacaksınız.

Mahmut Karayel <mahmutkarayel at altabering.com>


"Şüphen mi Vardı?", 1984

Hocamla Türkiye enerji modeli üstünde çalışırken kısa süreli yurt dışına gitmesi gerekti. Giderken modele bir değişken daha eklemeyi önerdi, "Demir Bey ile görüşüp onun da fikrini soralım." dedi. Dediklerini yapınca model çok daha iyi çalıştı, elimizdeki data ile neredeyse %100 uyum sağladık. Hocam dönünce yaptıklarımızı gösterdim ve sonuçların şaşılacak kadar iyi olduğunu anlattım. Tabloları inceledi, sonra yüzüme baktı ve unutulmaz iki kelime söyledi: "Şüphen mi vardı?"

Akif Eyler <akif.eyler at gmail>


Sistem Yaklaşımı, 1984

İbrahim Abi, sistemik yaklaşım ve bütünsel bakış açısıyla, üniversitede yaşadığımız sorunlar hakkında görüşlerini, zaman zaman bizlerle paylaşırdı. Yemekhane ile ilgili bir yorumunu hatırlıyorum. Bir ara hem hocalar, hem idari personel aynı zaman aralığı içinde yemekhaneye geliyorduk. Haliyle zaman zaman sıkışıklık, beklemeler oluyordu. Rektör, hocalarla idari personelin yemek saatlerini ayıracak bir yazı astı kapıya. İbrahim Abinin altına eklediği not şuydu:
“İlave kısıtlar ekleyerek, problemin çözümünü kolaylaştıramazsınız. Ancak yeni sorunlar yaratırsınız.”

Hüsamettin Alper <Husamettin.Alper at arup.com>


Şişecam, 1984

İbrahim Hocamla birlikte Şişecam'da başlayan birlikteliğimiz KMI'da devam etti. Kendisinin vizyonerliği bir çok kurum ve kuruluşa destek vermiştir. Benim hatırladığım 1984 Şişe-Cam'da bilgi işlem merkezinin geliştirilmesi üzerine yaptığı çalışmadır. O zaman eğitim müdürlüğünde eğitim uzmanı olarak çalışıyordum. Bütün yöneticilere masa üstü bilgisayarlar verilmişti. Biz de o yıl büyük bir eğitim kampanyası başlatmıştık.



Tuğrul Savaş <tugrulsavas at gmail>


Yardımsever Kişiliği, 1984

İbrahim Bey, çok sevdiğim, saydığım ve değer verdiğim bir kişiydi. Memuriyet hayatıma ilk onunla çalışarak başladım. Kendisiyle çok rahat çalışma hayatım oldu. İşini doğru, dürüst ve çabuk yapardı. Çalışanları olarak bizlere de işlerimizi doğru ve hızlı yapmamızın önemini anlatır ve bu yönde teşvik ederdi. Sabah erken gelip, uzun saatler çalışmayı çok severdi. Uzun saatler çalıştığı için de eşinin elleri ile yaptığı kurabiyeler masasının üstünde teneke bir kutu içerisinde olurdu ve bizlere de ikram ederdi. Ayrıca çok yardım severdi. Kardeşimi iyi bir şirkette işe almış ve onun oradan emekli olmasını sağlamıştı. Sonuç olarak, iyi bir akademisyen, iyi bir iş adamı, yardımsever bir insandı. Keşke daha uzun yaşasa ve insanları aydınlatmaya, yardımcı olmaya devam etseydi. Onu her zaman çok sevecek, minnetle anacağım. Nur içinde, huzurla uyumasını diliyorum.

Ayşe Çetinkaya <cetinkaa at boun.edu.tr>


Hayattaki Öncelikler ve Sıralama, 1984

Bir gün BÜ kortlarda eşim Işıl'ı tenis dersi için bırakmaya gittiğimde (33 sene önce olmalı) kortta İbrahim Hoca vardı. Işıl korta girerken o çıkıyordu. “Sen de oynayacak mısın?” diye sordu gülerek. (Hoca bir kaç yönetim işini aynı anda yürütüyordu o zamanlar.) Ben, “Yaa hocam, istiyorum ama iş güçten düzenli olamadığı için başlayamıyorum.” deyiverdim. "Bak Doğan, öncelikler önemli. Sıralama yapar ve uyarsan, daha bir çok işi yapabileceğini görürsün. Ben bunu uyguluyorum.” dedi.

Bir şeyleri yapmadığım ve bahane aradığım zamanlarda hep o anı sesli/görüntülü hatırlarım.

Doğan Güneş <dogan.gunes at bilgi.edu.tr>


Endüstri Mühendisliği ile Tanıştıran Adam, 1984

Üniversitede Endüstri Mühendisliği ile ilk tanıştığım ders Engineering Economics. Derse ilk geldiği günü hatırlıyorum İbrahim Hoca’nın, yüzünde o herkesin çok iyi bildiği muzip gülümsemesi ile sıcak yumuşak duruşunu. Sakin sakin, çok da matematiğine girmeden işin mantığını anlatışını. Alıştığımız eğitim sisteminde hep problem çözme odaklı olduğumuzdan, daha yukarıdan bakarak konunun özünü anlatmaya çalışmasını yadırgayışımı. Hatta daha sonra o dönem asistanlığını yapan Gülay Hoca’nın ek derse gelerek problem çözümlerini anlattığında rahatlamamı. Daha sonra ne yapmak istediğini, bize ezberlenecek formüller ötesinde ne kazandırmak istediğini anlamamı. Gerçekten beni ilk defa Endüstri Mühendisliği ile tanıştıran adamı.

Gökşin İhsan Durusoy <goksin at akisgyo.com>


Akademik Risk, 1985

1985 Nisan ayında, Rektörümüz Ergün Toğrol Bey’den bir görevlendirme yazısı aldım. Bu yazıya göre Endüstri Mühendisliği öğretim üyeliğim yanı sıra, Bilgi İşlem Merkezi’nin yöneticilik görevini de üstlenmem gerekmekteydi.

Üniversitede çeşitli kurul üyelikleri dışında, o güne kadar kapsamlı bir idari görev almamıştım. Bir taraftan bilişim teknolojileriyle iç içe yaşamak, bu alanda önemli gelişmeleri yakından izlemek ve Üniversitenin bilişim politikalarının belirlenmesinde rol oynamak çekici gelmekteydi. Diğer taraftan bu görevin akademik yaşantım üzerine getireceği yük konusunda ciddi tereddütlerim vardı. Üniversitemiz için çok önemli olduğunu düşündüğüm bir göreve atanmıştım. Fakat bu görev benim için yeni özveriler demekti. İş-yaşam dengem kuşkusuz olumsuz etkilenecekti.

Burada küçük bir parantez açıp, Üniversitenin bilgisayar altyapısından ve o dönem gelişmelerinden de kısaca bahsetmek isterim. Bilgi İşlem Merkezi, bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelere paralel olarak üçüncü dönemine yeni başlamaktaydı. Birinci dönem (1966-1973) benim öğrencilik yıllarımı kapsamaktaydı. Ana sistem (mainframe) dediğimiz ve kocaman bir odayı dolduran IBM 1620 sistemi üzerinde, toplu işleme (batch processing) yapılmaktaydı. İkinci dönem 1974-1983 yıllarında ise zaman paylaşımlı (time sharing) kullanımla, UNIVAC 1106 sistemi devredeydi. 1984-1990 yıllarını kapsayacak yeni dönem için, Control Data (CDC) firmasından Cyber 170/815 sistemi kiralanmıştı. Yeni sistemde Üniversite yerleşkesine yayılmış kısıtlı sayıdaki uçbirimlerden ana sistem kullanılacaktı. Ayrıca bilgisayar destekli eğitim alanında önemli bir gelişme olarak gösterilen PLATO sisteminin çalıştırılacağı 10 adet iş istasyonu da alınmıştı.

Söz konusu teknolojik gelişmelerin ve yeni sistemin kiralanmasında anahtar rol oynamış Bilgisayar Seçim Kurulunun Başkanı, Rektör Yardımcısı kimliğiyle İbrahim Kavrakoğlu’ydu. Ertesi gün İbrahim Hocayı ofisinde yakaladım. Yeni görev konusunda görüşünü almak istiyordum. Benim endişelerime hak veriyordu. Ancak denemeden reddetmeme de karşıydı. Sohbetimizin özeti, “Ali Rıza, akademik risk almaktan korkma. Sana getireceği yükün yanı sıra, bu görev hem senin, hem de Üniversite için yeni fırsatlar da getirebilir.” şeklindeydi. Bu bakış açısıyla, yöneticiliğe adım atmamda beni yüreklendirmişti. Ayrıca yeni sistemi niçin tercih ettikleri konusunda da görüşlerini paylaştı.

Ofisinden ayrılırken, akademik yaşantımın 1985-1996 yıllarını kapsayan çift görevlilik dönemine adım atmaya karar vermiştim. Bir taraftan yerel ve geniş alan bilgisayar ağlarının tasarım ve kurulumuyla ilgili projeler için önemli vakit harcayacak, diğer taraftan akademik görevlerimi aksatmadan yürütmeye çalışacaktım.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


Argör, 1985 Yaz

Sene 1985, mevsimlerden bahar, Endüstri lisansından mezun olmanın mutluluğu içinde dolanıyoruz. Şimdi ne yapılır? Mesela askere gidilir. Dönemin sevgili argör (araştırma görevlisi kısaltmamız) arkadaşlardan edindiğimiz izlenim ise bu meslekte yüksek lisans yapmanın önemli bir artı olacağı idi. O zamanlar sevgili Nejat Ürem ile sınıf arkadaşlığının tadına lisans hayatımızın sonunda varabilmiştik. Tabii bunda benim “irregular” öğrenci olmamın katkısı büyüktü. Birlikte kararımızı verdik. Üniversitenin ortamının da bu kararda önemli bir faktör olduğunu söylemem lazım, en azından benim açımdan. Neticede hem bölüme yakın olmak hem de maddi katkı elde edebilmek için argör olma seçeneğini dönemin bölüm başkanı İbrahim Hoca'mızla değerlendirdik. İbrahim Hoca'mızın tam desteği ile hemen başvurularımızı yapıp daha dönem başlamadan 1985 yazı itibariyle argör olduk. İbrahim Hoca'nın bu dönemde bizi ısındırmaya yönelik işler vermesi ile başladık yüksek lisans öncesi hazırlıklara. “…Siz artık asistansınız, bölüm için faydalı olacak önerileriniz varsa getirin birlikte bakalım…” demişti. Argör’ün bölüme katkısının önemli olduğunu her zaman hatırlattı bize. Bölüm başkalığının son döneminde tanışmıştık İbrahim Hoca ile ama yetti doğrusu.

Hocamız her zaman sevgi ve saygı ile hatırlanacak.

Hakan Kıran <hakan.kiran at mind2biz.com.tr>


"So What Demeyi Öğreneceksin", 1985

Sayın Hocam, Boğaziçi'nde yüksek lisans yaparken tezimi sizinle yapma fırsatını bulduğum için gerçekten çok şanslı olduğumu düşünüyorum. "Akademik kariyer yaparsam örnek alacağım kişi İbrahim Kavrakoğlu'dur." dediğimi çok iyi hatırlıyorum. Örnek olmak derken dar anlamda akademik kariyere özendirmek / yönlendirmek şeklinde sınırlandırmıyorum. Yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla, değerlerimiz ve davranışlarımızla öğrencilerimizde bıraktığımız olumlu intibalar şeklinde tanımlıyorum örnek olmayı. Siz bana her açıdan örnek oldunuz. Tezimi yazarken gözümde zona çıktığında benimle yaptığınız o anlamlı konuşma hala kulağımdadır. "So what demeyi öğreneceksin Füsun." demiştiniz bana. O günden beri, ne zaman zorluklarla, problemlerle karşılaşsam, hep sizin "so what " sözünüzü hatırlarım.

İyi ki sizi tanımışım, iyi ki sizinle birlikte çalışma mutluluğuna erişmişim. Nurlar içinde yatın canım hocam.

Füsun Ülengin <fulengin at sabanciuniv.edu>


En Güzel Tercih, 1985

Kendisi ile ilk defa 1985 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsünde tanıştım. Sınav bitmiş sonuçlar açıklanmış ama benim sınav sonucum listede yok idi. Üniversite dışından 5 kişi alacaklardı. 4 kişinin ismi var 5. kişi yoktu. Kendisine gittiğimde bana "Senin puanın ile başka bir arkadaşın puanları aynı, okul bitirme puanlarınız da birbirine yakın; onun sınav puanı senden biraz fazla, senin de bitirme notun ondan biraz fazla." dedi. Benimle neden yüksek lisans yapmak istediğimi vb. bilgileri sorarak kısa bir sohbet etti. "Birinizi tercih etmek yerine her ikinizle de yüksek lisans tezi yapmak daha güzel olur. Ben bunu sağlamaya çalışıyorum." dedi. Sonunda kontenjanı bir kişi artırarak soruna çözüm buldu. O gün oradan beni ya da diğer arkadaşımızı gönderebilirdi. Bizdeki yüksek lisans yapma arzusunu görünce kayıtsız kalmadı. Allah rahmet etsin.

Ercan Öztemel <ercanoztemel at gmail>


"Ben Hangi Konuyu Çalışayım Hocam?", 1985

Endüstri mühendisliği ve yöneylem araştırmasını 1979-85 yıllarında Boğaziçi Üniversitesinde bu alanın Türkiye’deki duayenlerinden öğrenmeye başladım. Hem mesleki hem de kişisel olarak yolumuzu aydınlatan hocalarımızın arasında İbrahim Kavrakoğlu’nun benim için ayrı bir yeri vardır: Yüksek lisansı bitirip özel sektörde tam zamanlı olarak çalışmaya başlamıştım. Kısa bir süre sonra bu kariyerin uzun dönemde beni mutlu etmeyeceğini fark edip bir arayış içine girmiştim. Akademik kariyer bana çok çekici gelmekle birlikte, izleyeceğim yolu tam olarak formüle etmekte güçlük çekiyordum. Kuzey Amerika’daki yöneylem araştırması konusundaki doktora programlarının daha çok çözüm yöntemleri üzerine yoğunlaşması beni kaygılandırıyor, uzmanlaşmak istediğim sosyal sistem uygulamaları üzerinde yeterince eğitim alamayacağım hissini veriyordu. İşte bu dönemde İbrahim Hocanın fikrini almak şansım oldu. İçinde bulunduğum ikilemi ona anlatıp “Ben hangi konuyu çalışayım hocam?” diye sorduğumu çok net anımsıyorum. Bana yaptığı şehir ve bölge planlama alanında çalışmam önerisi akademik kariyerimin başlangıcına ışık tutmuştur.

Onu en son Temmuz 2003’te İstanbul’daki EURO/INFORMS toplantısında gördüm. O sıralarda üzerinde çalıştığım araştırma projelerini anlattıktan sonra, “Siz neler yapıyorsunuz Hocam?” diye sorduğumda “Üniversite kuruyorum.” demişti….

Yolumuzu aydınlattınız, nur içinde yatın İbrahim Hocam.

Vedat Verter <vedat.verter at mcgill.ca>


Hocam İbrahim Kavrakoğlu, 1986

Boğaziçi Endüstri Mühendisliği’nde okurken 3. sınıftaki en önemli mecburi derslerimizden biri “Decision Economics”ti ve bu dersi İbrahim Kavrakoğlu’ndan almamız gerekiyordu. Hiç bir derste pek öne çıkmayan ve notları da sınıf ortalaması düzeyinde seyreden bir öğrenci için bir aile büyüğünden ders alıyor olmak açıkçası pek de kolay bir iş değildi. Üstelik kendi boşboğazlığım sebebiyle İbrahim Kavrakoğlu’nun yeğeni olduğumu bütün sınıf da öğrenmişti.

Buradaki en büyük birinci sorun beni bu üniversiteye ve bölüme teşvik eden dayıma “rezil olmamak”, ikinci sorun ise tarafsızlığı ve dürüstlüğü ile tanınan İbrahim Kavrakoğlu’nu “yeğenini kayırıyor” pozisyonuna düşürmemekti. Dolayısıyla ne yapıp ne edip sosyal hayatımı bir tarafa bıraktım ve benden beklenmeyen bir çaba ile Decision Economics dersine deli gibi çalışmaya başladım. Şöyle ki, daha ilk baştan itibaren o gün anlatılacak konuları öncesinden okuyor, soruları çözüyor ve hazırlanıyordum. İbrahim Kavrakoğlu derste öğrencilere soru sorduğunda ilk ve sürekli olarak kalkan el benimki oluyor; sınavlarda en yüksek notlar da yine bana geliyordu. Üstelik burada bir haksızlık olmadığını ispatlamak için aşırı çaba sarf ettiğimi ve o dersi diğer her konudan çok daha kapsamlı bir şekilde öğrendiğimi hatırlıyorum. Aslında bu durum benim için çok faydalı oldu, işlediğimiz konular çok uzun yıllar çok işime yaradı.

Diğer taraftan dönem sonunda çok iyi bir not almış ve kendi çapımda dayımı yeğeninin çok iyi bir öğrenci olduğuna inandırmıştım. Ancak yıllar sonra birisiyle konuşurken şu sözleri duyunca biraz mahcup olduğumu söylemem gerekiyor. Onun öğrencisi olduğumu duyan bir kişi “Melike Hanım nasıl bir öğrenciydi?” dediğinde, İbrahim Kavrakoğlu “Çok da parlak bir öğrenci sayılmazdı ama bir tek benim dersime çok çalışıp o derste çok başarılı olmuştu.” dedi.

Melike Mermercioğlu <mmermercioglu at ku.edu.tr>


Optimum Enerji Modeli, 1986

Yıl 1986... Endüstri Mühendisliğinde Yüksek Lisans yapıyorum. Dersimiz "Special Topics". İbrahim Hocam bize Türkiye'nin elli yıllık enerji projeksiyonunu veriyor. Sonra da enerji üretmek için çeşitli seçeneklere ilişkin verileri... Termik santral yapsak yerli ve milli oluyor ama çevre açısından sorunlu, doğal gaz temiz ama Rusya'ya, İran'a bağımlıyız, hidroelektrik fena değil ama ömrü kısa, rüzgarın nefesi yetmiyor açığımızı kapatmaya, güneş sonsuz kaynak fakat henüz teknoloji yeterince gelişmemiş, nükleer sağlam enerji sağlıyor ancak çok da tehlikeli! Biz model kurmaya çalışıyoruz, sonuçta optimum politikayı bulacağız. Bir zaman sonra neyi maksimize ya da minimize edeceğimiz üzerine tartışma başlıyor proje grubumuzda. Finansmanı mı, çevreye olan riski mi, dışa bağımlılığı mı, enerji verimliliğini mi? O güne kadar doğru modeli kurarsak en iyi sonucu bulacağımıza inanmışız. Usta bir sanatçı gibi, önce kuralı öğretip sonra kuralı bozuyor. Her zaman "optimum" olmayacağını öğreniyoruz İbrahim Hocamızdan. Sorunlar karmaşıklaştıkça, analitik becerilerin yanı sıra kullanmamız gereken iki atıl kaynağımız daha olduğunu öğreniyoruz: Değerlerimiz ve sezgilerimiz...

Sonra kariyer yolculuğum başlıyor ve yönetici olarak yirmi beş yıl boyunca irili ufaklı yüzlerce karar alıyorum. Bu süre boyunca bu bilgelik yoluma ışık tutuyor. Artık ondan aldıklarımı ben başkalarına anlatıyorum... Çok az insan böyle iz bırakır. Minnettarım.

Cenk Doğru <cenk_dogru at yahoo.com>


Yüzer Seminerde, 1986 Mayıs

Ben TÜBİTAK Marmara Araştırma Enstitüsü'nde çalışırken kendisi ile çok sayıda konferans ve seminerde meslektaş olarak karşılaştık. Hatta bir keresinde -1986 Mayıs ayı idi- o zamanlar İstanbul-İzmir arasında çalışan Ankara Feribotu’nda bir seminer düzenlemişler ve ikimizi de konuşmacı olarak çağırmışlardı. Cuma öğleden sonra Sirkeci’den yola çıktık, feribot İzmir’e doğru giderken “sallanarak” konuşmalarımızı yaptık, gece yemeğimizi yiyip kamaralarımızda yattık, Cumartesi sabah İzmir’e inip şehirde gezdik, dönüş yolunda tekrar seminere devam ettik.
Hafta sonu olduğu için ikimiz de eşlerimizle katılmıştık ve bize yemeklerde 4 kişilik özel bir masa ayırmışlardı. Böylece 4 Boğaziçili bol bol sohbet etme imkanı bulduk. Sohbet sırasında kendisinden ilk ders aldığımdan beri 10 sene geçtiğini söyleyince “Ya Belgin, o kadar oldu mu?” diye çok şaşırdı. Ben hamileliğimin ilk aylarında olup geminin sallantıları ile bu masada pek bir şey yiyemesem de öğretmenlikten arkadaşlığa dönüşen sıcak sohbetler yanıma kâr kaldı.

Belgin İlhan Vardar <belginv at gmail>


Kasisler ve Süspansiyon, 1986

Otuz sene önce memleketimizde Japon arabaları pek varlık gösteremiyordu, çünkü bozuk yollardaki performansları iyi değildi. İbrahim Hocamın şu sözlerini iyi hatırlıyorum: "Azizim, bunun iki çözümü var. Ya iyi süspansiyon sistemleri tasarlarsın, ya da yolları çok iyi yaparsın, araçlarda süspansiyona gerek kalmaz. Japonlar bu yaklaşımı seçmiş, her araca pahalı bir sistem koymaktan daha düşük bir maliyeti var." Bağdat Caddesinde, tam da Hocamın evinin hizasındaki hız kesici kasislerden geçerken hep bu sözü hatırlarım.

Akif Eyler <akif.eyler at gmail>


“Hocamı dinlemeliydim”, Ekim 1986

Yeni mezun olarak Şişe Cam Sistem Otomasyon Bölümünde programcı olarak işe başlamıştım. Sistem Otomasyon ve adını şu anda hatırlayamadığım bir bölüm de İbrahim Bey’e bağlıydı. Yüzlerce kişinin çalıştığı bu iki bölümde Boğaziçi mezunu benimle beraber 3-4 kişiydik. Diğerleri benden eski ve Şişe Cam’ı benimsemişlerdi. İbrahim Bey o yüzlerce kişinin içinde benim gibi yeni girmiş bir çaylağı motive etmek için daha girdiğimin ilk senesinde bana özel bir projenin sorumluluğunu vermişti. Ben ise toplam 2 sene çalıştıktan sonra kabına sığamayan bir genç olarak uluslararası bir şirkete geçme hevesiyle ayrılmıştım. Ayrılacağımı söylediğimde üzgün bir şekilde “Seni yine de tutamadık” demişti. Ve ben uluslararası şirketlerde senelerce çalıştıktan sonra aslında Şişe Cam’dan ayrılmakla ne büyük bir hata ettiğimi de anlamıştım.


Jale Karaveli <jale.karaveli at @iabturkiye.org>


Bildiğini Paylaşabilmek, 1986 Sonu

İbrahim Kavrakoğlu; insanın içini ısıtan güler yüzü, engin bilgi ve deneyimi, canlı, renkli ve yenilikçi kişiliği ile Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliğinde öğrenci olan herkesin gönlünde çok derin iz bırakmıştır. Konu ne olursa olsun danışmak ihtiyacınız olduğunda Rahmetli Hocam her zaman yanı başınızda hissedeceğiniz kadar yakınınızdaydı. Bundan tam otuz yıl önce, Kanada’da doktora eğitimime gitmeden önce hep minnet ve şükranla andığım çok sevgili Hocalarım İbrahim Kavrakoğlu, Özer Ertuna ve Mahmut Karayel’in huzurlarında yüksek lisans tezimi sunduktan sonra; İbrahim Hoca her zamanki “Cartesian” bakış açısıyla bana “Reha; önemli bir dönemin arifesindesin. Hayatta bilginin değişik düzeyleri vardır. 1. Bilmediğini bilmemek, 2. Bilmediğini bilmek, 3. Bildiğini bilmemek, 4. Bildiğini bilmek, ancak hepsinden önemlisi 5. Bildiğini paylaşa-bilmek.” demişti. Ben de Hocamın bu tavsiyesi çerçevesinde iş yaşamımın yanı sıra üniversitelerle olan yakın ilişkimi hiç sonlandırmadım ve genç kuşaklarla nesiller arası deneyim paylaşımından çok fazla keyif almaya devam ediyorum. Ruhu şad olsun...

Reha Yolalan <ryolalan at tekfen.com.tr>


İbrahim Hocanın İmzasının Peşinde, 1987

1986 yazının başlarıydı. Kanada’da Laval Üniversitesi Yönetim Bilimleri Fakültesinden doktora başvuruma kabul gelmişti. O nedenle yüksek lisans tezimi mümkün olan en kısa sürede tamamlamak için işe koyulmuş ve çok sevgili tez hocam Mahmut Karayel’in yönlendirmesiyle o tarihlerde görece yeni olan ‘Veri Zarflama Yöntemi’ni (Data Envelopment Analysis) hizmet sektörüne uygulamaya karar vermiştim. Veri bulma konusunda imdadıma Yapı ve Kredi Bankası’nın yöneticileri yetişmişti. Banka şubelerine ilişkin gerek operasyonel ve gerekse finansal verileri temin edip ölçümleme sürecine girişmiştim. Birdenbire LINDO program çıktıları hayatımın en önemli parçası haline dönüşüvermişti... Oluşan değişik gözlem kümelerini analiz ediyordum. Ve sonuçta oldukça anlamlı bir etkileşim yumağına ulaşmıştım. Aslında daha sonraları çok daha iyi anladığım kadarıyla bankacılık literatüründe öncü çalışmalardan birine imza atmıştım, Mahmut Hocamın desteğiyle. Tez jürime de konuya yakınlıkları ve uygulama yönüne verdikleri önem nedeniyle İbrahim Kavrakoğlu ile Özer Ertuna Hocalarımı davet etmiştik.

Hummalı bir çalışma dönemi sonrasında 1986 yılının Aralık ayının son günlerinde tezimi sunup, jüri üyelerimin tebriklerini aldıktan sonra tezimin ciltleme ve formatlama dönemi başlamıştı. Ancak, -samimiyetle itiraf etmeliyim ki- o dönemde ben maalesef Fortran zamanındaki fakir bir programcı düzeyinde kalakalmıştım: Tam ‘punch card’dan 5,25 inçlik floppy disket sürecine evrimimi tamamlama aşamasındaydım. Öte yandan; vize ve oturma izni işlemleri, gerekli öğrenci belgeleri, iki üniversite arasındaki öğrenci değişim anlaşması gibi envai çeşit sorunların da yaklaşık 10 gün gibi çok kısa bir sürede çözümlenmesi gerekiyordu. KLM'deki apeks biletimin haricinde neredeyse her şey eksikti...

İşin komik olan yanı ise, ben tezimin text kısmını Turbo Pascal'ın Edit kısmında yazmıştım yazmasına ama matematik formülleri yazacak programlara erişimim yoktu. O dönemlerde LaTeX programının varlığını ise sadece Amerika’da yüksek lisans yapan arkadaşlarımdan duymuştum. Bilgisayar adına ise evde sadece oyun amaçlı Sinclair Spectrum 48K’m vardı. Neyse ki Hakan Kıran arkadaşımızın el yazısı mükemmel olduğu için λ, γ, ∑ türü matematiksel formüllerin yazım işini ‘hattat’ olarak kendisine emanet edip rahata kavuşmuştum. Doğrusunu söylemek gerekirse, organizasyon yönüm dışında güvenebileceğim hiçbir şey yoktu elde. Mahmut Hocam telaş içinde "Reha, sen gideceksin, tezin teslimatı bana kalacak, İbrahim ve Özer Hocalara çok mahcup olacağız, bir an önce imzalarını almalısın." diyordu. Tüm tez dönemimde bana hiç sinirlenmemiş olan hocamı bile kızdırıyordu benim bu çaresiz ama geniş tavrım. Ben de, borç bini aşınca misali nasıl bir pişkinlikse, "Hocam lütfen siz hiç merak etmeyin, ben burada olmasam da arkadaşlarım bu sorunu çözerler." diyerek hocayı teselli etmeye çalışırken daha da huzursuz ediyordum. Oysa ki benim öncelik sıralamama göre, uçağa yetişebilmek için bir an önce Ankara'da Kanada Büyükelçiliğine gitmem gerekiyordu, son kalan öğrenci bilgi ve belgelerini tamamlayabilmek adına.

İşte öyle bir dönemde, Logo Şirketinin kurucu mimarlarından programcılığın üstadı arkadaşım Turgay Aytaç Erenköy'deki evinde benim için Professional Write adlı programa benim parça parça Turbo Pascal’de yazmış olduğum tekstleri taşıyor ve sigma ve lamdaları basmak için belki de tarihin ilk printer driver’ını yazmaya koyuluyordu. Bu amaçla düz tekst dokümanın içine konan özel işaretleri yorumlayacak bir program yazma çabasındaydı. Hatta ben Turgaylar’da yokken -bir an önce tezin basılı halini görebilmek için içi içini yiyen- Mahmut Hocam da içini rahatlatmak amacıyla Turgay’ın evine yardıma gitmişti. Tez sunumu aşamasında hocasını bile çalıştıran öğrenci olarak üniversite tarihine girmişimdir herhalde. Gülseli Zeren arkadaşım ise IBM’de yeni işe girmiş ve aramızda ilk PC sahiplerinden biri olarak mesai saatleri sonrasında Cihangir'deki evinde, Araştırma Görevlisi arkadaşım Hakan Kıran da Moda'dan eşsiz katkıları ile benim tezi 'imece usulü' tükenen zaman dilimlerine karşı gece gündüz çalışarak adam etmeye çalışıyorlardı. Bir taraftan da Selim Şengör, Engin Özcan, Nejat Ürem ve Murat Parlak Mühendislik Fakültesinin 4.katındaki Endüstri Mühendisliği Laboratuvarında printer başındaydılar son düzenleme, sayfa numarası ve yazım kalitesi kontrolleri için...

Sonunda, uçak kalkış saatine 48 saat kala Rahmetli İbrahim Hocamdan ve Sevgili Özer Hocamdan ciltlenmiş tez nüshalarına imza almayı başarmış ve teslimatı ucu ucuna yapabilmiştim. Böylece çok sevgili Mahmut Hocam da derin bir nefes almıştı. Ben de tezimin önsözünde tam 7 sınıf arkadaşıma teşekkür ettim. Çok sevdiğim Turgut Küçük arkadaşım ise “beni unuttun” diye gönül koymuştu!

Sonrasında o yüksek lisans tezi, European Journal of Operational Research Dergisinde yayınlanan bir makale haline dönüştü ve bugüne kadar 450’ye yakın uluslararası atıf aldı. Yine o tez aracılığıyla, ben doktora sonrasında, Boğaziçili ağabeyimiz ve o tarihte Yapı ve Kredi Bankası Genel Müdürü olan Burhan Karaçam’ın daveti üzerine birden kendimi Yapı Kredi’de işe başlamış buldum. Kaderin bir oyunu, yıllar sonrasında bir Yapı ve Kredi Bankası emeklisi olarak dolaşıyorum.

Çok güzel bir arkadaşlıktı; 30 yıl sonra da aynı sevgi ve aynı heyecan. Bu vesileyle, emeği geçen herkese eşsiz şükranlarımı sunuyorum.

Gerçekten geçmiş zaman olur ki hayali cihan değermiş...

Reha Yolalan <ryolalan at tekfen.com.tr>


Ters Köşe, 1988

İbrahim Kavrakoğlu Hocamızın verdiği Engineering Economics dersini alıyorduk. Dönem sonu yaklaşırken hocamızın kitabın sonunda yer alan problemlerden soru hazırladığını duyduk. Oldukça fazla soru vardı ve zaman dardı. ‘İşbirlikçi rekabet’ kavramını belki de erkenden keşfederek problemleri sınıfça bölüştük. Herkes kendine düşen problemleri çözdü. Uygun bir günde boş bir sınıfta bir araya geldik ve soruları tek tek tahtada çözdük. Birbirimizin çözümlerini not aldık. Sınava girerken hepimiz mutlu ve rahattık; cevaplar hazırdı. İbrahim Hoca sınav sorularını dağıttığında biz de dağıldık; sorular kitaptan değildi! Yine de birçoğumuz için yaptığımız çalışma büyük fayda sağlamıştır diye düşünüyorum.

Funda Sivrikaya <serifogluf at gmail.com>

Editörün notu: Hocanın öğrencileri çalışmaya zorlamak için kullandığı bir yöntem olmalı :)


Kavrakoğlu 1 - IE'90 0, 1988

Dersimiz "Engineering Economics", ben bir Endüstri Mühendisliği öğrencisiyim, resmen "Finansal Yönetimin Temelleri" dersini 3-4 haftada bitirip, yatırım kararlarının finansal açıdan kıyaslanmasını öğreniyoruz İbrahim Kavrakoğlu Hocamdan. Şu kadarını söylersen abartmamış olurum, ABD'de MS Finans master seviyesinde aldığım 3 dersi 1 sömetirde veriyor hocam, o derecede konsantre ve konusuna o derece hakim ki; tabiri caiz ise, kafalarımızı yarıyor, beynimizin içine istifliyor bilgiyi. Öğrenci de alıcı, hocamız da bizlerden gelen sorulardan, interaktif ders işlemekten son derece memnun belli ki, hiç aksatmadan geliyor her derse. O günlerde Boğaziçi Elektronik birinci sırada, Endüstri Mühendisliği de sanırım öğrenci seçme ve yerleştirme sınavının ilk 500 öğrencisinden dolduruyor sıralarını. Biz de sünger gibiyiz demeye getiriyorum, hocamız ne verse emiyor öğrenciler. İşte hocamıza o hazzı vermekten, bir o kadar da biz memnunuz.

Neredeyse 30 yıl öncesine gittim. Hayatımda çok önemli etkisi olmuş bu değerli bilim insanının, 9.11.1988 tarihinde saat 15:00-17:00 arasındaki dersindeyiz. 15 gün önce İsviçre'de, Galatasarayımız deplasmanda dahi yenebileceği bir takıma 3-0 yenilmiş. Aynı saatte Ali Sami Yen Stadı’nda maç başlıyor. Koyu bir Galatasaray taraftarıyım ve 10 yıl lisanslı sporcusuyum. Aramızdan bir kaçı da maça gitmiş. Onlar belli ki daha inançlı turu geçeceğimize. Ben 3-0’dan tur geçilmesinin mucize olduğunu hesaplıyorum, onca olasılık okumuşuz, istatistik yalayıp yutmuşuz ne de olsa.

Tarihi bir gün aslında, ancak o tarih henüz yazılmamış, o saatlerde yazılacak, henüz bilmiyoruz. Bende ve önde bir arkadaşımızda küçük birer transistörlü radyo ve kulaklık var, bir yandan dersi bir yandan maçı dinliyoruz. 20 (dersin de 20’nci dakikası) ilk golü atıyoruz, sınıfta hafif bir dalgalanma, kulaktan kulağa yayılıyor bilgi. Kimilerinin maçtan haberi bile yok. Ara veriliyor, ders arasında kaçanlar oluyor 2-3 kişi topu topu, hocanın kendi kitabı var zaten, o kitap da o derecede kompakt ve iyi bir dille yazılmış ki, derste öğrenmeyen de şöyle bir tarasa kitabı, konuya hakim oluyor nasıl olsa.

2'nci ders -dolayısıyla 2’nci yarı başlıyor- dakika 53, 2’nci golü atıyor Tanju Çolak. Gene mırmırlanmalar. Hocamın yüzünde bir tebessüm, artık biliyor: "2 mi oldu çocuklar?". Evet hocam, ama hoca tebeşiri alıp da kara tahtaya döndüğünde, 3-5 kişi daha müsaade istemeden yok oluyor sınıftan. 3’ncüyü atsa Galatasaray maç uzatmaya gidecek. Kantinde yer kapmak lazım artık. O gülümseme artık yerini hafif bir siteme bırakmış durumda. Ama devam ediyor derse, görmezden geliyor sevgili hocam.

Fakat o 3’ncü gol yok mu? Önde oturup maçı dinleyen arkadaşın, hocamızın tolerans göstermesinden de cesaretle, 2 yumruğu havada “goool” diye bağırdığını hatırlıyorum. Sonra da, vay bee hocamın da "yaratıcı lügatı" baya bir zenginmiş diye geçti aklımdan. Elindeki tebeşiri de çöp kutusunu hedefleyerek, adeta bir frizbi fırlatır gibi salladı. Geçmiş gün, tebeşir basket olmadı galiba ancak Tanju 80 ve 88’de 4’ncü ve 5’nci kez havalandırdı ağları. Evet onları gördük, soluğu kantinde aldık, ayakta seyrettik devamını ama hocamız bir daha gelmedi derse.

Toprağın bol olsun hocam, mekanın cennettir eminim. Bizler iyiyiz, sizin bize 2 ayda verdiklerinizle ben emlakta ve borsada 30 yıldır gayet iyi idare ediyorum.

Özgür Cenk Toraman <ozcetoraman at gmail>


İnsan Odaklı Vizyon, 1990

Kalite Derneği’nin kuruluş aşamasında, kendi şirketlerimizde ulaştığımız kalite seviyesini geliştirmek ve sürekliliğini sağlamak için kalite tekniklerini ve onların uygulanabilirliğini araştırıyorduk. Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu ile tanışmamız ve sonraki aşamada onun KalDer Yönetim Kurulu üyesi olarak heyecanlı yaratıcı ve her işi hızla halletme tutkusu bizi kanatlandırdı. O bize günlük somut konular yerine vizyoner bir bakış açısı ile çalışmayı öğretti. Bizler şirketlerimizde, batı dünyasının etkisi altında kalite yönetim sistemi çalışmalarına saplanmışken, İbrahim Bey, ortaya koyduğu Japonya kaynaklı Toplam Kalite Yönetimi ve farklı yaklaşımları sentezleme gücüyle hepimizi etkileyerek KalDer’in insan odaklı vizyonunu oluşturdu. Vizyoner ve yenilikçi yaklaşımı ile bulunduğu ortama yeni ufuklar açmakta çok başarılıydı. Kalite ile rekabetçilik ilişkisinin kurulması ve bunun bir yönetim görevi olduğuna ilişkin yaklaşımın öncüleri içinde yer aldı. Kongre Komitesi Başkanı olarak TÜSİAD – KalDer işbirliği ile organize edilen Ulusal Kalite Kongresinin sağlam temellere oturtulmasında büyük emeği geçmiştir. KalDer’in kuruluşuyla oluşan ve ortak akıl olarak adlandırabileceğimiz deneyim ve bilgi birikiminin eğitimler, kitap ve dergi yayınlarıyla toplum ile paylaşılmasına özel bir önem vermiş, kalite yönetimine ilişkin kitapları KalDer’in ilk yayınları arasında yer almıştır.

Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu birçok alandaki akademik çalışmaları ve projelerinin yanı sıra dünyadaki gelişmeleri, güncel yöntem ve uygulamaları takip eden, özellikle 90’lı senelerde Türkiye’nin dışarı açılması ve dünyanın globalleşmesi neticesinde ülkemiz açısından ortaya çıkan tehditlerin fırsata dönüştürülmesi ve o yıllar için oldukça yeni ve radikal bir yaklaşımla yalnız özel sektörün değil, kamu sektörü ve sivil toplum kuruluşlarının da rekabetçi bir yönetim anlayışı geliştirme konusunda çaba içerisinde olmasını savunan bir kişilikti. Son senelerdeki rahatsızlığı ve aramızdan zamansız ayrılışı, yeri kolay doldurulamayacak bir boşluk bıraktı, Allah Rahmet eylesin.

Mehmet Sabuncu <mesab34 at gmail>


"Burdan Gelip, Şöyle Dönen Bir Yaka", 1990

İbo'cum, "Yenilik" senin diğer ismin olmalıydı. Tanıdığım günden beri her konuda sürekli yenilik arayışlarındaydın. Mesleğinden, günlük hayatına, hobilerine kadar! Doğrusu başardın da, yenilikler yaratmayı...

Ersin, Füsun, sen, ben... Sohbetlerimizde senin yenilik hayallerini bazen ciddiye alır, bazen "yok artık" derdik. Tabii bu itiraz daha çok Ersin'den gelirdi. Ersin ve sen geçmişte çok şey paylaşmış, birbirini seven arkadaştınız... Bugün bile hala aklıma sizin Londra maceralarınız geldikçe gülüyorum. Gülerek hatırlanmak kadar güzel bir şey yok!

Bugün aklıma geldi. 90'lı yılların başıydı. Henüz erkek modası son derece klasik çizgisindeyken, sen kafanda bu sefer "giyim" konusunda yenilikler geliştiriyordun fakat istediğin gibi farklı yakaları olan ceketler yoktu. Hatta ayağa kalkıp, tarif ediyordun "Burdan gelip, şöyle dönen bir yaka olamaz mı?" gibi. Öylesine aklına takmıştın ki, Füsun uzun arayışlar sonunda tam istediğine yakın, yakaları farklı, renkleri farklı, şık ceketler buldu. Sen de muradına erdin, güle güle giydin!

Sen bana Ersin sayesinde gelen dost ve arkadaştın. Birlikte çok keyifle güzel günlerimiz geçti...

Şimdi bir süreliğine yollarımız ayrıldı. Özleyeceğiz, ışıklarda uyu...

Nur Emiroğlu <nur.emiroglu at hotmail>


Disiplinler-arası Bir Karakter, 1993

İbrahim Bey'i üç ofisinde çalışırken izledim. İkincisi, Paşabahçe'deki (Şişe-Cam) ofisinde bilgisayar ekranı başındaydı. O sıralar bilgisayar nispeten pahalıydı, yöneticilerin yaygın olarak kullandığı bir araç değildi. "Bütün üretim ve satış bilgileri elimin altında, istediğim bilgiye hemen ulaşıp raporlayabiliyorum" dedi. İlk MIS (Yönetim-Bilişim Sistemi) uygulamalarından birine şahit olduğumu sonradan anladım. Akışkanlar mekaniğinin endüstri mühendisliğine nasıl uygulandığını da o gün anlatmıştı. Hayran kaldım... Disiplinler-arası çalışmak onun baskın bir karakteriydi. [2004'de devam edecek]

Erol Inelmen <inelmen at boun.edu.tr>


Her Masada Bir PC, 1993

Şişecam Fabrikaları için yeni PC (masa üstü bilgisayar) alımı talebi Genel Müdür'e iletiliyor. Ancak yüksek bulunan miktarın azaltılması yönünde bir itiraz geliyor. Gerekçe şöyle: Her masaya bir PC konması gerekmez. Her şeflikte bir PC yeterli olacaktır. Zaten kullanım süreleri çok kısa, paylaşımlı kullanılabilir.

İbrahim Kavrakoğlu'nun Genel Müdür'e cevabı: Her şeflikte ortak bir telefon olduğu ve paylaşımlı kullanıldığı zamanları hatırlarsınız. Bugün artık her masada bir telefon var. Kullanım süresi çok kısa da olsa telefonlar kişiye özel. Gelecekte PC de telefon gibi her masada bulunacak.

Osman Tunalı <osmanrtunali at gmail>

Editörün notu: Bu olaydan 20 sene sonra her cepte bilgisayar olacağını İbrahim Hocam bile tahmin edemezdi


Rektörden Mektup, Ekim 1994

Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğünün hocalarla kitap paylaşımı geleneği eskiye dayanır. 31 Ekim 1994 tarihinde Rektörümüz Prof. Dr. Üstün Ergüder’den aşağıdaki mektup ekinde İbrahim Kavrakoğlu’nun Toplam Kalite Yönetimi kitabını aldım. Rektörümüz, Üniversitemizde tüm süreçlerin kalite bilinciyle yönetilmesinin, mükemmellik yolculuğumuz için önemini vurgulamaktaydı. Kitabın kalite ayı olarak bilinen ve bir çok kalite etkinliğinin gerçekleştirildiği Kasım ayı başında bizlere ulaşması, Boğaziçi Üniversitesi için de anlamlıydı.

Sayın Prof. Dr. Ali R. Kaylan
Bilindiği üzere Senatomuz 25.11.1992 tarihli kararı ile Üniversitemizin hedefini “Bilimsel Mükemmellik” olarak belirlemiştir. Bu hedefe erişmek yalnız akademik faaliyetlerdeki kaliteyi yükseltmekle gerçekleşemez. Üniversite hem bu hedefe ulaşmak hem de değişen dünyaya ayak uydurmak amacı ile öğrenci faaliyetleri ve idari destek hizmetlerinde de “Kalite”ye önem vermek zorundadır.
İşte bu amaçla Üniversitemiz bir süredir hizmet içi eğitim programlarını sizlere sunmaya çalışmaktadır. Bu çabalarımızı desteklemek üzere öğretim üyelerimizden Prof. Dr. İbrahim Kavrakoğlu Toplam Kalite Yönetimi kitabından önemli bir adedi Üniversitemize armağan etmiştir. Kendisine hepiniz adına teşekkür eder, çalışmalarınıza faydalı olacağı ümidi ile kitabı ilginize sunar, başarılar dilerim.
Prof. Dr. Üstün Ergüder, Rektör


İbrahim Hocamızın kalite yönetimi alanında yazdığı bir çok kitap, Türkiye Kalite Derneği tarafından yayınlandı ve Ulusal Kalite Kongrelerinde okuyucuyla buluştu. Kişisel deneyim, yorum ve görüşlerini de paylaştığı bu kitaplar, 1990’lı yıllarda iş dünyasının kalite alanında bilinçlenmesi ve rekabet gücünün artırılması için önemli katkılardı. Bunlar arasında Kalite Cep Kitabı (Nisan 1993), Toplam Kalite Yönetimi (Nisan 1994), Sinerjik Yönetim (Ekim 1994) gibi yayınları kişisel kütüphanemde de saklamaktayım.

Ali Rıza Kaylan <kaylan at boun.edu.tr>


Yönetici Düzeyinde Toplam Kalite, 1994

Şişecam Genel Müdür Yardımcılığı görevinden ayrılırken sorulan "Gelecek için planınız nedir?" sorusuna cevabı: "İş hayatımı beş yıllık zaman dilimleri için planladım. Geçmiş beş yılda çalışanlar düzeyinde Toplam Kalite Kontrol uygulamaları yaptık. Gelecek beş yılda yönetici düzeyinde Toplam Kalite Kontrol çalışmaları yapacağım."

Osman Tunalı <osmanrtunali at gmail>